30 Nisan 2008 Çarşamba

Yeminlen aklıma gelmişti

Yaratıcı işlerle uğraşan insanlar kadar, aklına güzel bir fikir gelen Türk evlatlarının da temel problemi "Acaba bunu Recep'e anlatsam gidip herkese yayar mı, yayarsa fikrimi bir güzel çalarlar mı?" şeklinde tezahür eder. Bu hususta "İki kişinin bildiği sır değildir" diyen atalarımıza güvenmekte fayda görürüm. Nitekim insanoğlunun ağzı torba olmadığından büzülememektedir. Ancak, bazen projenizi gerçekleştirmek için birilerine anlatmak zorunda kalabilirsiniz, özellikle de işin operasyonel tarafları başkaları tarafından gerçekleştirilmek durumundaysa. Misal, çok iyi bir dotcom projeniz var ama "Müdür, php Fince'de 'bukalemun' demekmiş" desem "Haa doğru dedin genç" diyecek kadar web yazılımından bihabersiniz. Ya da süper bir beste yaptınız ama sizinle aynı stüdyoda çalışan Berkecan'ın parçayı araklayacağına dair derin şüpheleriniz var. İşte "Bu fikri tescillesek de mi saklasak tecillelemeden mi saklasak" diyenler için ucuz yollu bir tasdik mekanizması var: Tasdix.

www.tasdix.com adresinde mukim bu site, Eczacıbaşı'na ait bir sayısal zaman damgası. Kendi ağızlarından söylemek gerekirse, bu siteye eserinizi ya da fikrinizi kaydetmek sureti ile "bu dokümanların özgün olduğunu veya hangi tarihte elinizde bulunduğunu" kanıtlayabiliyorsunuz. Kendisinin kanunda da yeri var üstelik. Muhtemelen bir dava durumunda, tasdix'in onayı noterden onaylatmaya göre biraz daha meşakkatli olabilir ama noter adamı soyup soğana çevirirken, tasdix'ten onay sadece 5 liracık.

Tasdix şu aralar özellikle reklam ve tasarım sektöründe çok yoğun olarak kullanılıyormuş. Arakçılığın meziyet, intihalin (plagiarism) hak sayıldığı ülkemizde doğrusu hiç şaşırmadım. Siz de durmadan çılgın fikirler üreten, sonra da aynı fikri gerçekleştirilmiş görüp "Yeminlen benim aklıma gelmişti" diyenlerdenseniz, tasdix'e bir bakın. Gözünüz arkada kalmasın.

23 Nisan 2008 Çarşamba

Arama motoru adabı

Google Analytics diyorduk, devam edelim. Bu Google icadının en güzel yanı, insanların sitenize hangi aramaları yaparak geldiğini öğrenebiliyor olmanız. Bu sayede sitenizde nelerin dikkat çektiğini, yaptığınız işle ilgili neyin popüler olduğunu da görüyorsunuz ki, özellikle şirket siteleri için çok önemli bir pazarlama bilgisi bu.

Ama bu yazımızın konusu bu değil, arama motoru adabı. "Motorun da adabı mı olur?" diye merak edenlere "Elbet olur" diye bir cevap veririm. Şimdi, Google'a girende ne yapar insan, aradığı şeyle ilgili kelimeleri yazar değil mi? Hah efendim, işte benim bu analitikten öğrendiğim kadarıyla Türk kullanıcısının yaklaşık yarısı Google'ı bu şekilde kullanmıyor, aksine Google'a soru soruyor. Misal, bu insan evladı ornitorenkleri merak etmiş olsun, "ornitorenk" yazmıyor da, "ornitorenkler hangi ülkede yaşar?" şeklinde bir arama yapıyor Google'da. Tabii o zaman da bulacağı sayfa sayısını azaltmış ya da alakasız bir takım siteleri bulmuş oluyor, ama farkında değil garibim.

Benim siteye gelen abuk sabuk aramalar arasında şunlar var mesela (Markagiller'in bu aramalarla ne alakası olabileceğini sizin takdirinize bırakıyorum):

  • Ailenizde nasıl bir iş bölümü vardır? [Fena değil, sizi sormalı]
  • Ankara büyükşehir belediye sirki ne zaman bitecek? [Allah kerim]
  • Ayakkabı mağazası kurmak için neler gerekmektedır? [Sermaye, işgücü, doğal kaynaklar ve girişimcilik - Economics for dummies]
  • Blendax reklamındaki adam kim? [Kilimciyle kör hacı]
  • İngiliz sterlini ne olur? [Valla sana iki milyon olur, aşağısı kurtarmaz]
  • Kaplan kalbi nasıl bir yapıya sahiptir? [Pırıl pırıl bir kalbi olur kaplanların. O değil de bir Çocuk Kalbi vardı, ona ne oldu be?]
  • Zengin insanların nasıl parayı kazanmışlar? [Hoca onu öğrenirsen bana da haber et, ayrıca cümle düşük olmuş]
  • Bu sene mayolarının üniversite şansı nasıl olacak? [O ne lan???]

    Kıssadan hisse: Sevgili Google arayıcıları, Markagiller olarak bu tip sorulara cevap veremiyoruz. Olsa dükkan sizin. Canlarım benim.

  • 22 Nisan 2008 Salı

    Sitemi kim kurcalamış?

    Bir ara başka bir yerde demiştim, internetin hayatımıza kattığı en önemli şey interaktivite. Dolayısıyla insanın bir sitesi, ne bileyim bir blogu falan olunca sitesine kim girmiş, kim çıkmış merak ediyor haliyle. Eskiden bu bilgilere ulaşmak çok daha meşakkatliydi, oysa artık hem çok kolay, hem de beleş: Çünkü artık Google Analytics var.

    Google Analytics, sitenize yerleştirdiğiniz ufacık bir kod ile kim gelmiş, kim gitmiş, nereden gelmiş, niye gelmiş, hırlı mıdır, hırsız mıdır hepsinin kaydını tutuyor. Gmail hesabı olan herkes, linkli adrese gidip sitesini kaydedebilir, kodu alıp sitesine yerleştirebilir. Aslında nette nasıl yapılacağı konusunda envayi çeşit bilgi var. Ama kodu bloga yerleştirmek biraz daha kastığından özellikle Blogger kullanıcıları için kısaca anlatayım isterim:

    Google'ın size verdiği kodu kopyalayıp blogunuzun yönetim kısmına geliyorsunuz. Burada Yerleşim > HTML'yi Düzenle kısmından karşınıza çıkan kodun sonuna kadar gidin, body-html kapatma taglarından önce Google'ın kodunu yapıştırın oraya ve şablonunuzu kaydedin.

    "Ben öyle anlamıyorum, çizerek göster hoca" diyenler için Teoman'dan gelsin:


    Bu işlemi yaptıktan yaklaşık 4-5 saat sonra Google ilk bilgileri Analytics sayfasından güncellemeye başlıyor. Belli bir süre sonra da ciddi bir istatistik oluyor elinizde. Bununla siteyi kimin kurcaladığını öğrenebileceğiniz gibi, "Hangi konular daha popüler?" gibi sorulara da cevap verebiliyorsunuz. Dahası, Türk internet kullanıcısının arama motoru kullanma konusunda ne kadar cahil olduğunu da öğreniyorsunuz ki, buna bir sonraki yazımda bilahare değineceğim.

    Bu da didaktik bir blog yazısı oldu, olsun. Özüme döneyim zaten ya, hep geyik, hep geyik nereye kadar kardeşim?

    20 Nisan 2008 Pazar

    Bornoz koklayan ev kadınları

    Taç'ın yeni reklamını gördünüz mü bilmiyorum. Ben yeni gördüm, görmez olaydım. Kalantor kocasını işe yolladıktan sonra deliren ev kadınları temasını işleyen bu reklamda, evde kendi kendine catwalk yapan, hatta bununla yetinmeyerek nevresimler üzerinde panterleşeren bir takım dişi insanlar "Evimde mutluyum ben" diye şarkı söylüyorlar. Reklamdan anlaşılabildiği kadarıyla, bu ablaların en büyük zevki ise bornoz koklamak.

    Ev bence de güzel bir yerdir. Hatta temiz bir evde ayaklarını uzatıp blog yazmak kadar güzeli de yoktur. Ama ben şahsen bunu bir haftadan fazla yapsam kafayı yerim. Kendini çalışmakla tanımlayan bir insan olarak, evimde mutlu olacağım süre bellidir. Ve bu süre mümkünse hafta sonunu aşmamalıdır. Ötesi bünyeye zarardır.

    Buradan çıkardığım sonuç, Taç'ın beni hedeflemediği. Hedeflemesin, ben zaten yatak örtüsü, dantelli perde gibi konseptlerden hazzeden bir insan değilim. Ama bildiğim kadarıyla, Taç'ın hedef kitlesi A, B ve C1 gruplarından oluşuyor. Bu anlamda, Taç'a iki çift lafım olacak.

    Sevgili Taç,
    Araştırmalar ortaya koyuyor ki, Türkiye'de ev kadınları en fazla alt sosyo-ekonomik gruplarda bulunmaktadırlar. Bir başka deyişle, D ve E gruplarında. Hatta Google'da arattım ve bu gruplardaki ev kadını sayısının üst gruplara göre %64 daha fazla olduğunu buldum. İşin komik tarafı bu sorgulama sadece iki dakikamı aldı.

    Sizin fazla zamanınız yok anlaşılan, o nedenle ben özet geçeyim: Evinde mutlu olan insanlar olarak tanımladığınız bu ev kadınları sizin hedef kitlenizde değil. Bir başka deyişle, hedef kitlenizde daha ziyade çalışan kadınlar var. Bu bir.

    İkincisi, farz edelim ki hedeflediniz, öyle ev kadını yok kardeşim. Tipik Türk ev kadını, kocasını geçirdikten sonra üstündekini sıyırıp kolsuz bluzuyla zıplamaya başlamaz, kahvaltı sofrasını toplar, bu esnada bacağına sarılan çocuğuna bağırır. Ayrıca Türk annelerinin belleri omuzlarından daha geniştir. Bornoz fetişisti falan da değildirler.

    Bu çerçevede, reklamınız için yeni sözler hazırladım. Yenisini çekecek olursanız dilediğiniz gibi kullanabilirsiniz.

    Evimde mutluyum ben
    (Remix version, featuring tombalak Türk annesi)

    Monoton diyorlar hayatıma
    Hadi ordan canım
    Komşuya akarım ben
    Renklenir günüm hemen

    Yererim bizim beyi
    Kafası kabak gibi (oooo o)
    Hiç bir yere gidemem ki
    Çok fena döver beni

    Evimde mutluyum ben
    Yok hiç bir şeye değişmem
    Evimde mutluyum ben

    Yemekleri yaparım
    Çamaşırı yıkarım
    Altın gününe kaçarım

    En az üç çocuk yaparım
    Seda Sayan'a bakarım
    İşte ben Türk ev kadınıyım

    (ooo o, chorus repeat x 4)

    Delirttiniz beni be.

    19 Nisan 2008 Cumartesi

    Çelişkisizseniz çelişki sizsiniz

    Yine abuk sabuk bir blog başlığıyla karşınızdayız efendim. Yani en azından öyle görünüyor değil mi? Aslında değil.

    Pek sevgili öğrencilerim bilirler, bu sene itibari ile pazarlama derslerinin içeriğinde radikal bir değişiklik yaptık. Klasik pazarlama metinlerini takip etmenin yanı sıra, pazarlama blogu tutmak gibi değişik aktiviteler ile de genç nesillerin pazarlama vizyonunu geliştirmeye çabalıyoruz (bkz: Yavru Markagiller). Bunun haricinde, pazarlama eğitiminin en sık kullanılan yöntemlerinden biri olan vaka analizlerine de (ecnebinin case study dediği şey) ağırlık veriyoruz.

    Maalesef, Türkiye'de vaka çalışması yapmak istediğiniz zaman önünüze çok büyük bir engel çıkıyor ki, o da Türk firmalarına ait yazılı vakaların olmaması. Bu durumda iki seçeneğiniz var: Ya yabancı kitaplardaki yabancı firma vakalarını kullanacaksınız, ya da kendi vakanızı kendiniz yazacaksınız. Bunlardan hangisinin daha meşakkatli olduğunu anlamak için Einstein olmak gerekmiyor. Zoru seven bir insan olarak bu konuda da Hannibal'i kendime örnek aldım ve bir yol bulamadığım yerde bir yol açmaya heves ettim.

    Allaha şükür bu hevesimiz yalan olmadı. Güzel vakalar yazdık, yazmaya da devam ediyoruz. "Yazdıklarımız yazacaklarımızın teminatıdır" mottosu ile devam eden bu yolculuğumuzda, önümüzdeki Pazartesi gününe hazır etmem gereken de bir çalışma var. Haftalardır işten güçten fırsat bulamadığımızdan, bu iş taa bugüne kadar sarktı. Ben de bu güzel Cumartesi sabahında kalkıp bu meseleyi bugün çözmeye karar verdim. Bildiğiniz gibi, buna kısaca "Türk Vitesi" diyoruz.

    Geçen sefer evde yazıp çok bunaldığımdan dışarılarda bir yerde yazayım dedim. İlk aklıma gelen okul oldu, ama orası da evin farklı bir varyasyonu. Hafta içi Kipa'da beleş wireless olduğunu tecrübe etmiştim, bunu hatırlayınca bende bir ışık yandı: Starbucks'a gidiyordum. Hem geçen sene genel müdürü de gelmiş, "İstediğiniz kadar oturabilirsiniz, kimseler höt demez" demişti. Oooh süper.

    Neyse mekana geldim, labtopu açıp (Murat, selamlar) yazmaya başladım. Metnin ilk kısmında Tyler Durden'a atıflarla tüketim kültürüne giydirip duruyorum, bir yandan da eğleniyorum falan. Kahvemden bir yudum daha aldım, sonra jeton düştü. Starbucks'tayım ben yahu? Kapitalizmin kale burçlarından birinde oturup, krala sövmek gibi bir şey bu benim yaptığım.

    Bu yazıdan çıkarabileceğiniz bazı dersler var. 1)Dünya çelişkilerle dolu bir yer. 2)"Emperyalizme Hayır!" diye yürüyen ayaklarına Nike giyen çocuklar: Birleşin. 3)Hayatta hocanıza bile güvenmeyin.

    Kahve de kahveymiş ama.

    17 Nisan 2008 Perşembe

    Başkanın egosu mu, başkentin logosu mu?

    Bu hafta içim dışım logo oldu: Dört oturum pazarlama dersinde, bir oturum da Girişimcilik Kampı eğitiminde o logo şöyle bu logo böyle diye atıp tutunca normal tabii. E madem başladık, sonuna kadar gidelim. Hazır gündemde de logolar var: Konumuz Ankara'nın logosu (Amma çok Ankara yazdım bu ara, gören de Ankaralı sanacak. Rezalet.)

    Şimdi bu Ankara'nın vaktiyle Hitit Güneşinden müteşekkil bir logosu vardı. Bence güzel bir logoydu, zaten Ankara coğrafi olarak bir Hitit höyüğünün başkent olmuş halidir. Neyse, Ankara'ya giydirmeye başlarsam sonu gelmez bu yazının. Evet, neyse, Melih Gökçek başkan olduktan sonra "Biz Hititli miyiz bre?" diye kükreyerek 1995 senesinde bu logoyu değiştirdi. Güneş kursu Hititlerin dinsel törenlerinde de kullanılan bir simgedir, bu anlamda Kabe'de putları kıran İbrahim gibi de hissetmiş olabilir kendini bilemiyorum. Enteresan bir insan. Zaten bunu peluş hayvanat bahçesi bahsinde detaylı olarak incelemiştik.

    Değiştirdi de ne yaptı, Atakule'yi Kocatepe Camii'nin kubbesi ile kombinlendiği yeni bir logo tasarlattı. İstanbul olsa anlarım da, Kocatepe Camii'nin Ankara'yı nasıl temsil edebileceği üzerinde çok kafa yormak gerek hakikaten. Neyse, kıyametler koptu, davalar açıldı, ama değişen bir şey olmadı: Logo, Ankara Büyükşehir Belediyesinin bütün kurumsallarından şehrin her köşesine kazındı. Logar kapaklarına, alttan üstten geçitlerin duvarlarına, otobüslere, metrolara, kısacası her yere. Tabii takdir edersiniz ki bu değişiklikler için milyonlarca dolar da para harcandı.

    Şimdi geçenlerde, bu 1995 yılında açılan dava sonuçlanmış (Hukuk sistemine bak, maaşallah maaşallah). Ankara 3. İdare Mahkemesi, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Hitit Güneşi’nin yerine yaptırdığı cami ve minare figürlü Ankara amblemini esastan iptal etmiş. Bu ne demek, yani artık Melih Gökçek'in kendi döneminde tasarlanan logoyu kullanması yasal değil.

    Peki, şimdi ne olacak? Valla orası biraz karışık. Muhtemelen Melih Gökçek kendi logosunu kullanma konusunda ısrarcı davranacak, bu da hukuka aykırılık demek. Öte yandan, logonun eski haline döndürülmesi söz konusu olursa daha önce harcanan para baştan harcanacak (Bu arada eğer eski logoya dönülecekse, o logoyu da biraz revize etsinler isterim, çok eski kalmış kendisi). Tabii bu paranın kimin cebinden çıktığını bilmek için kahin olmaya gerek yok.

    Galiba her halükarda olan yine bize olacak. Eee, ne demişler: Kiminin egosu, kiminin logosu.

    11 Nisan 2008 Cuma

    Ignorance is bliss

    Garanti Bankası sadık müşteri yarışması falan yapsa ilk ona kesin oynarım. 12 senelik -nispeten aşk kısmının daha ağır bastığı- geçmişimiz, holding bünyesinde çalışmış olmam, yaşadığım 20 sorunun 19'unu çözmüş olmaları ve geçenlerde veznedeki kızın CRM sisteminde star müşteri olarak göründüğümü söylemesi (vay vay vay) gibi nedenlerle kendilerine yönelik duygularım hep pozitif olmuştur. Maaşımı alır almaz Garanti'ye EFT yaparım, beş kuruş bırakmam diğer bankalarda.

    Neyse efendim biliyorsunuz bu Garanti Bankası'nın teknolojik altyapısı pek bir kuvvetli. O anlamda müşteriyi bilgilendirme anlamında bir çok bankaya göre açık ara öndeler. İnternetten istediğiniz bilgiye anında ulaşabilirsiniz, ekstreleriniz hiç aksamadan mailinize gelir. Benim gibi paranoyak insanlar için güzel şeylerdir bunlar.

    Bir kaç gün önce Garanti Bankası yine mailime bir ekstre atmış, açtım baktım Paracard ekstresi (ATM kartı yani). İşte üzerinde nakit çekim, borç harç bir şeyler yazıyor, "Amanin" dedim "bu ne?". Kredi kartının ekstresini anlıyorum da, bildiğimiz ATM kartı ekstresi beni 12 saniyede panikletmeye yetti. "Kartı falan çaldılar herhalde" dedim, nakit çekim diye de bir laf var zaten ki dünyanın en tehlikeli üç kelime kombinasyonundan biridir (Diğer ikisi için bakınız: "Biz size döneriz" ve "Sana aşık olmaktan korkuyorum".)

    Hemen 4440333'ü aradım, karşıma Berkecan çıktı. "Berkecan" dedim "Bu, bu, bu, nedir bu?" "Aman efendim panik olmayın, o sadece bilgilendirme amaçlı, ne zaman hangi ATM'den para çektiğinizi gösteriyor. Korkmayınız efendim rileks rileks" dedi Berkecan. "Sağolasın Berkecan, yüreğime su serptin, hayırlı geceler" dedim, kapattım.

    Sonra oturup düşündüm [İnsanın işinin gücünün olmaması çok fena bir şey]. Demek ki bazen çok bilgi iyi gelmeyebiliyor. Sheakespeare'in dediği, George Orwell'in tekrarladığı gibi, "Cehalet mutluluktur" galiba.

    10 Nisan 2008 Perşembe

    Nostalji sekansı

    Yağ satarım bal satarım
    Ustam ölmüş ben satarım
    Alacağına, vereceğine
    Bir kaşık ayran
    Yarın sabah bayram

    Bu ne lan, böyle tekerleme mi olur? Gece gece aklıma geldi...

    6 Nisan 2008 Pazar

    Tasarım Faciaları: Episode II

    Flash diskler hayatımıza gireli epey oldu. Önceleri 16 MB gibi düşük kapasitelerle piyasaya sürülmüşlerdi, şimdi 4 GB neredeyse standard. O zamandan bu zamana ben de epey flash disk değiştirdim. En memnun kaldığım ise Transcend Micronun Jetflash isimli modeli idi: Ufacık, tefecik içi dolu bilgicik bir aletti. Hoş bir tasarıma sahip olmasının yanı sıra, data transferini gerçekten adı gibi jet hızıyla yapıyor olması ile gönlümde taht kurmuştu. Ondan sonra aldıklarım bile bu hızı yakalayamadı yani, kendisini o derece severdim.

    Kendisiyle olan bu aşkımız kah benim içine delicesine bilgi depolamam, kah onun bu bilgileri o bilgisayardan bu bilgisayara bir ulak, bir postacı, bir Hermes misali taşıyıp durmasıyla sürüp gidiyordu. Hatta bir ara yazdığım kitabı da buraya kaydetmiştim, o denli güveniyordum kendisine.

    Fakat aşkım karşılıksızmış. Bir gün apansız terk edildim.

    Güzel bir bahar günü, Transcendimi her zamanki yerinde bulurum umudu ile elimi göğsüme attım (evet boynuma asıyordum aleti). Ancak o yoktu. Gitmişti. Ardında sadece kapağını bırakmıştı yadigar.

    O vakit anladım ki, tasarım çok önemli bir şey. Zira, bu aletin salak tasarımcıları boyun ipinin geçeceği yeri kapağa koymuşlar, aletin kendi de muhtemel bir sarsıntı sonucu (ve tabii bahar günü yayların gevşemesi nedeniyle) kendini doğanın şevkatli kollarına bırakmıştı. Özetle, transcend bana kapak olmuştu. Üstelik içinde kitabın revize edilmiş haliyle birlikte.

    Demek ki neymiş, kötü tasarım bizi yarı yolda bırakabilirmiş. Siz siz olun elin objesine, hele de ki tasarımı dertliyse, güvenmeyin.

    2 Nisan 2008 Çarşamba

    Bahar nezlesi

    Eh, bu kadar koşuşturmanın üstüne beklenen oldu ve şifayı kaptık. Şu an "fırk fırk fırk" pozisyonundayım. Portakal sıktım, vitamin aldım, nar suyu içtim, organik kırmızı üzüm yedim falan, pek değişen bir şey olmadı. Gene eskilerin dediği gibi, ilaç alırsan bir haftada, almazsan yedi günde geçecek herhal.

    Neyse, Allah başka hastalık vermesin tabii. Son dönemde sağlıklı hayat olayına iyice sardığımdan nette o site benim bu site senin dolaşıp duran bir insan oldum ben. Dün neler kanser yapar, neler yapmaz falan diye bakarken Realage diye bir siteyle karşılaştım, bizim meşhur Doktor Oz'un sitesiymiş (Oz Büyücüsü değil Mehmet Öz). Bu arkadaş biliyorsunuz senede bir iki kere gelip ATV habere konuk oluyor, ceviz falan yiyip gidiyor. Allahtan bizde sadece ceviz yiyor. Ben bunun Amerika'daki programlarından birini seyretmiştim, böbreklerden bahsediyor misal, asistan kız bir tencere içinde böbrek getiriyor, Mehmet abimiz böbrekleri avuçluyor, sıkıyor, seyirci çıldırıyor falan. Enteresan bir kişilik.

    Neyse, bu arkadaş da sağlıklı hayat olayını envayi çeşit kitapla pek güzel pazarladı [yaaa, ya nasıl bağlayacağım diye merak ediyordunuz değil mi]. Siz, Kullanma Kılavuzunuz gibi kitaplar bir ara en çok satanlar listesinin başındaydı. İşte bir de websitesi varmış, Realage diye. Burada bir test var, yapıyorsunuz, size vücudunuzun gerçek yaşını hesaplıyor. Biz üç aşağı beş yukarı kendi yaşımızda çıktık Allah'a şükür.

    İsteyen olur, ben de yaşımı öğreneyim, yediğim fastfoodlar, içtiğim sigaralar bünyeme ne yapmış diye merak eder, aha adres bu: www.realage.com.tr. İsteyen sondan tr'yi kaldırıp orijinal siteye de gidebilir.

    Son sözüm şudur: Ulan Fener, ulan Fener.

    Edit büdüt: "Oha Deivid" olarak değiştiriyorum yukarıdakini. Bu senin yaptığına eşşeği önce kaybettirip sonra ampul asmak denir. Ha unutmadan, ofisin kapısındaki Fenerbahçe bayrağını söken vandal arkadaşa da buradan selamlarımı yolluyorum. Umarım ihtiyacını gidermiştir.