27 Eylül 2008 Cumartesi

Kartımız Fish, işimiz iş

Tatil bitti, okullar açıldı, millet sayfiye yerlerinden evlerine döndü. Buna mukabil yeni yayın dönemi başlayınca, yeni kampanyalar da hız kazandı malumunuz. Bu sayede bize de yazıp çizecek yeni konular çıktı. Şükürler olsun.

İnsan 30 senelik hayatının üçte birini pazarlamayla fazla haşır neşir geçirince, kapitalizme de mıncıklanacak bir sevgililer günü yastığı edasıyla yaklaşabiliyor. Bu durumu, mesleğimin cimrilikten sonra yarattığı ikinci mesleki deformasyon olarak gördüğümden fazla üstünde durmuyorum. Bununla birlikte, yapılan her şeye eyvallah diyecek halimiz de yok. Allah'a şükür gönül gözümüz hala biraz açık, kapanacak gibi olduğunda da muhakkak bir reklam, bir kampanya imdada yetişiyor.

İşte son zamanlarda bu gözü kocaman açmamı sağlayan bir kampanya peyda oldu. Reklamı ilk gördüğümde (daha doğrusu o sırada televizyona bakmadığımdan duydum desem daha doğru olur) ilk on saniyeden sonra bunun bir banka reklamı olduğuna kani olmuştum. Zaten olmamak ne mümkün: Yarı acıklı yarı neşeli -nasıl oluyorsa- bir fon müziği eşliğinde güme giden hayallerimizden bahseden bir reklam. Biliyorsunuz reklamcılığın en temel ilkesi insanların duygusal durumunu bozmak, sonra da bunu kendi ürününüz lehine düzeltmektir. Eh, reklamda yalan olan hayallerden bahsediliyorsa, o zaman bu hayalleri tekrar gerçekleştirmemizi sağlayacak bir şeyin çıkacağı belliydi ki, bunun en kestirme yolu kredidir.

Kredi değil ama kredi kartı çıktı, o da aynı şey. Akbank-Boyner işbirliğinde piyasaya sürülen ve kullanıcısına çeşitli avantajlar sağlayan Fish markalı bir kredi kartımız olursa, hayattaki başarısızlıklarımızı unutup yeni bir dünyaya yelken açabiliyormuşuz. Güzel.

Beni hasta eden gerçekleştirilemeyen hayallerin yerine konan hayaller. Nitekim reklam ilk etapta yalan olan hayalleri şöyle sıralıyor: Hiç kimsenin çözemediği bir problemi çözmek, binlerce kişiye şarkı söylemek, dünyayı değiştirmek. Sonra bunları becemediğimiz için yapacaklarımızı listeliyor ki, bunlar arasında son model bir arabayla eski sevgilinin önünden geçmek ya da bayılana kadar alışveriş yapmak (!) yer alıyor.

İyi de bunların hangisi o problemi çözmenin, dünyayı değiştirmenin verdiği hazzı verir ki? Hangisi zeki olmanın, yetenekli olmanın, cesur olmanın yerine geçer ki? Alt metin şu mudur yani: Kafanız çalışmıyor, insanları etkileyecek hiç bir yeteneğiniz yok, üstelik ezik sünepenin tekisiniz. O zaman siz de bayılana kadar alışveriş yapın. Bir nevi kıroyum ama para bende durumu?

Sağol abi, kalsın.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Bir bardak suda fırtına koparmak

İki buçuk aylık aradan sonra tekrar evimize yuvamıza ailemizin pazarlama bloğuna bomba gibi bir dönüş yapıyorum sevgili okuyucular. Bu süre içerisinde yazamadık, zira işimiz gücümüz vardı, üstelik yaz gelince televizyon kanallarının eski dizileri ısıtıp ısıtıp vermesine benzer bir hissiyat içerisine girdiydim. Buna İzmir'in cayır cayır yanması ve genel fiziki durumumuzun pelte gibi olmasını da ekleyince, Markagiller'in neden bunca süredir güncellenmediği konusunda eminim bana hak verirsiniz. O ne sıcaktı kardeşim? Neyse şimdi Eylül, sabahları böyle hafiften bir rüzgar esiyor sokaklarda, benim de keyfim yerine geliyor yavaş yavaş.

Yeni dönemin ilk konusu gündemi bir süredir meşgul eden arsenikli su meselesi. Bildiğiniz üzere, sevgili Ankara Büyükşehir Belediye Başkanının "Bana laf eden kendi arsenikli suyuna baksın" temalı açıklaması sonrasında bu arsenik hadisesi yılan hikayesine döndü. İzmir Belediye Başkanının da, "Sudaki arsenik fazla ama bakanlığa oranı yükseltmeleri için başvurduk, şimdilik zararlı ama oran yükseltilince zararlı olmayacak" minvalindeki söyleminden sonra işler iyice sarpa sardı. Aziz Kocaoğlu'nun bir basın danışmanı olup olmadığını bilmiyorum, ama muhakkak vardır ve PR'dan anladığı böyle bir açıklamaya onay vermekse kendisine akıl fikir diliyorum. Bu işin bir tarafı.

Şimdi bu arsenik konusuna kısaca değinmek gerekirse bir kere herşeyden önce halk inanılmaz ölçüde yanlış bilgilendirilmiş durumda. Geçen gün televizyonda sokaktaki vatandaşla röportaj yaparlarken birisi şöyle dedi: "Bize eski suyumuzu versinler". Canım kardeşim, bu su eski bildiğin su. Suda değişen bir şey yok. Değişen şey, Avrupa Birliği Uyum Sürecinde eskiden litrede 50 mg üst sınır kabul edilirken, şimdi bu sınır 10 mg'a çekildi. E haliyle, bizim eski su da bu kritere uymadı. Yani sen zaten geçtiğimiz 30 sene bu nispeten yüksek arsenik oranlı suyu içtin. Bu bir. O nedenle şimdi delirmiş gibi damacana suya, ne bileyim İZSU'dan bidon bidon su doldurmaya saldırmanın alemi yok.

Arsenikle ilgili ikinci yanlış bilinen (ya da hiç bilinmeyen) şey, arseniğin sadece suda var olan bir şey olmadığı. Şimdi tabii arsenik kelimesi lügatımızda bugüne kadar fazla göze çarpan bir kelime değildi, en fazla Madam Bovary ablamızın arsenik içerek intihar ettiğini falan biliyoruz. Ancak bu arsenik, işte nitrat gibi, azot gibi, ne bileyim magnezyum gibi doğanın bir parçası. Doğanın bir parçası olduğu için de suda var, toprakta var, toprakta yetişen çeşit çeşit bitkide falan var. Misal taze fasülyede, sudaki orandan kat kat fazla arsenik var. Pirinçte var. Ispanakta var. Naapacan? Fasulye pilavı da damacana ile alamayacağımıza göre? Bitkilerde olduğu için doğal olarak hayvanlarda, yani ette sütte de var bu meret. Biz doğanın bir uzantısı olduğumuz için bizde de var üstelik. Yani hadise su ile sınırlı bir şey değil*.

Bunu yazma nedenim "Ne güzel elementimizdin sen arsenik abla" muhabbeti yapmak değil elbet. Tabii ki arsenik pek hayırlı bir şey değil. Ancak buradan da anlaşılacağı üzere bu en temelinde siyasi bir kavga. Yani ben şimdi çıkıp, "Şşt Melih biladerim, senin de Ankara armudun ve angora yünlerin arsenikli naaber" diyebilirim, teşbihte de hata yapmam. Bir kere halk bunu anlasın istiyorum.

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, yediğimiz içtiğimiz her şey zehirli. Türkiye'de kanser görülme sıklığının 1/8 olduğunu biliyor muydunuz? Sürpriz! Şimdi varsayalım ki, bu arsenik kavgasının nedeni halkın sağlığını korumak. O zaman monosodyum glutomatlı besinlerin (Cips, hazır çorba, puding vesaire) her köşe başında satılmasına neden izin veriyorsunuz? Çiftçinin normalde 5 kilo veren fideden 35 kilo domates toplayabilmek için bitkiye bastığı hormona, pestisite (böcük ilacı), renklendiriciye neden göz yumuyorsunuz? Kafam kadar elma gördüm ben markette yahu. Şirketlerin daha çok kar edebilmek amacıyla envayi çeşit gıda koruyucusunu, teflonu, don beyazlatıcısını ve daha sayamayacağım binlerce karsinojeni gazlamasına neden ses çıkarmıyorsunuz?

Neden?

İnsan canı daha ucuza geliyor değil mi? Çakallar sizi.
*Hangi canlıda ne kadar arsenik var görmek için buraya bakabilirsiniz