28 Mart 2008 Cuma

Paranoyak olman takip edilmediğin anlamına gelmez

Malumunuz "Word of Mouth" (Ağızdan Ağıza Pazarlama ya da kısa adıyla WoM) son dönemin en popüler konularından [30 senelik şey nasıl popüler oluyorsa, o ayrı mesele]. Gün geçmiyor ki bir WoM konferansı yapılmasın, WoM hakkında yeni bir kitap raflara çıkmasın. Bizde öyle olur zaten. Bir ara da mor ineklere takmıştık: Sanırsın bütün inekleri sağdık bir morlar kaldı. Neyse.

Bu ağızdan ağıza pazarlama sadece fiziksel ortamda geçerli bir şey değil elbet. Sanal dünyadaki WoM da en az birebir tanıdığımız insanlardan duyduklarımız kadar etkili. Ancak ben bizim firmaların sanal dünyada ne WoM yaratma çabasında olduklarını, ne de oluşan WoM'u kontrol edebildiklerini düşünmüyorum. Nitekim bir çok firma, internette kendi hakkında ne yazılıp ne çizildiğini takip bile etmiyor. Oysa ki, alt tarafı Google'a girip firmanı, markanı, varsa firmanda çalışan anahtar isimleri aratacaksın. Ben bile haftada iki üç kez kendimi aratıyorum. Gerçi benimki megalomanlıktan ama olsun.

Biraz Googling, WoM takibi için başlangıçta oldukça yeterli olur. Hızını alamayanlara Ek$i Sözlük, Blogger, Wordpress, Wikipedia, Facebook ve Youtube gibi içeriğin kullanıcılar tarafından oluşturulduğu sitelerde düzenli olarak gezmelerini salık veririm. Bu sayede insan firması ya da kendisi hakkındaki bir çok şeyi netleştirebilir, neyi doğru neyi yanlış yaptığını görebilir, hakkındaki olumsuz WoM'u bir nebze olsun kontrol edebilir, uzun lafın kısası, arabayla tekeri, elma ile şekeri birbirinden ayırt edebilir.

Ha unutmadan: Bu yazı aşağıdaki videodan ilham alarak yazılmıştır (Mekan Bostanlı-İnciraltı Feribotu, okulun yolu taşlarla dolu). Arkadaşları tebrik ediyor, kendilerine hayatta başarılar diliyorum.

26 Mart 2008 Çarşamba

Yırtılmayan pantolon istiyoruz

Kot pantolonlarımı ikidir Mavi'den alıyorum. Gençken Levi's giyerdik, kırmızı bandrollü bir 501 alacağım diye harçlık biriktirmekten iflahım gevremişti. Sonra pazarlama ile uğraşmaya başlayınca mesleki deformasyona uğradım, "O da pantolon bu da pantolon" diyerek duruşu güzel, fiyatı makul olanları tercih etmeye başladım [Moda insanın kendine yakışanı giymesi değil midir zaten]. Neyse, çeşitli markalarla haşır neşir olduktan sonra bir gün Mavi Jeans ile tanıştık. Gerçi bana kalsa tanışmazdım ya, Bonus Kartımda Kipa'nın verdiği 75 YTL bonusu 5 gün içerisinde harcamam gerekiyordu, pantolona ihtiyacım vardı ve ben Mavi'nin önünden geçiyordum. Neyse daldım içeriye, Zoe diye bir modelde karar kıldım, aldım. Yanlış anlaşılmasın severek, beğenerek aldım kendisini.

Neyse efendim gel zaman git zaman (yaklaşık 5-6 ay sonra) bu pantolon hiç aşınmayacak bir yerinden aşındı ve delindi. Zaman aşınıdır diye düşünerek aynı modelden gittim bir tane daha aldım. Öyle de statükocu bir insanımdır.

Ve bu sefer kendisi daha iki ayını dolduramadan fotoğrafta gördüğünüz yerden cırt diye yırtıldı (dizin üstü). Bırak Ayşe teyzeyi falan, pantolonu daha bir kere ya yıkadım ya yıkamadım üstelik.

Mavi, sözüm sana: Bir pantolon iki ayda yırtılır mı? Yırtılıyorsa o Turquality belgesi Kinder'den mi çıktı size? Ben bu pantolonu gidip mağazaya söyleyince değiştirecekler mi? Değiştirmezlerse ben sizi envayi çeşit yerde afişe etmez miyim?

Ederim. Bu hafta sonu götürüp bir çemkireyim bakalım ne olacak.

18 Mart 2008 Salı

Portakalı soydum, başucuma koydum

Bir önceki yazımda değindiğim üzere Ankara dünyanın en sıkıcı kentlerinden biridir. Bununla birlikte Büyükşehir Belediyesinin bu durumu giderebilmek adına son derece yaratıcı projeler ürettiği gerçeğini de yadsıyamam. Cidden. Mesela, Keçiören'e Estergon Kalesi inşa etmek böyle yaratıcı bir çabanın ürünüdür. Kızılay'ın tam orta yerine disko topu asmak da öyle (ki bunu şahsen görmüş bir insanım). Ama bütün bunlar Ankara Kalesi'ne 180 metrelik bayrak direği dikmek, King Kong boyutlarında Fatih Sultan Mehmet heykeli inşa edip sarığından Ankara'yı seyre açmak, hatta ve hatta peluş hayvanlardan oluşan hayvanat bahçesi kurmak gibi projelerin yanında solda sıfır kalır. Bu eğlenceli aktiviteler sayesinde Ankara'nın ruhunda var olan sıkıcılık bir nebze olsun azaltılabilmektedir.

Eee, güzel de portakal ne alaka? Konuya geleceğim, sadece Ankara'dan ne kadar hazzetmediğimi bir kez daha vurgulamak istedim. Efendim, Ankara'ya giderseniz göreceksiniz, kentin her köşesinde meyve suyu minibüsleri var. Bunlar portakal, greyfurt, nar ve benzeri nebatatın suyunu sıkıp şişeliyor ve satıyorlar. Fiyatlar oldukça makul, özellikle de bir bardak sıkma portakal suyunun beş kilo portakal fiyatına satıldığı İzmir'le kıyasladığımızda.

Minibüsler Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin bir kuruluşu olan Belso'ya aitmiş. Bu bağlamda belediye de halkın sağlığı için ne kadar faideli bir hizmet sunduğundan dem vurup bunu çeşitli medyalar yoluyla duyuruyor. Bir alan memnun satan memnun durumu var yani. Güzel.

Yalnız şöyle bir sorun var. Portakal suyu denen hadisenin insan sağlığı için faydası tek bir şart altında mümkündür: Taze sıkılmış olması. Portakal suyu sıkıldıktan 10 dakika kadar sonra okside olmaya başlar ve bu nedenle bu süre içerisinde tüketilmelidir. Bundan daha uzun süre bekleyen portakal suyunun bünyemize hiç bir faydası olmadığı gibi çeşitli olumsuzluklara yol açması da kuvvetle muhtemeldir. Özetle beş gün önce sıkılıp şişelenmiş Ankara portakallarının susuzluğu gidermek haricinde bir fonksiyonları olduğu kanaatinde değilim. Bu nedenle bu faaliyetin "sağlık deposu" olarak gazlanmasını son derece yanlış buldum, üzüldüm, hislendim.

Portakal, orada kal. Mesajımız budur.

17 Mart 2008 Pazartesi

Burası Panora, buradan çıkış yok

Geçen hafta iş güç nedeniyle dünyanın bence en çirkin kentlerinden biri olan Ankara'daydık malumunuz. Cem'in "Atatürk gelmese köymüş lan burası" şeklinde tanımladığı Ankara'da pazarlama konusunda bol bol malzeme biriktirdiysem de, yazmaya anca fırsatım oluyor. Telafi dersleriyle birlikte 24 saat ders yapacağımız bu çılgın haftada nasıl olacak, o da ayrı mesele ya. Neyse.

Ankara, alışveriş merkezleri furyasından nasibini almış. Üç-beş sene öncesine kadar bir Karum'u bir de büyükçene bir Migros'u olan başkent, son senelerde bu makus talihini yenip alışverişin hazzına kucak açmış görünen o ki. Biz bu alışveriş merkezlerinin en yenilerinden biri olan Panora'ya uğradık. Öğlen saati, karnımız zil çalıyor, iki kuple bir şeyler atıştıralım niyetindeyiz.

Güzel bir mekan, ışıklandırma süper. Tam ortasında kocaman bir daire var, binanın kubbesinin altına denk geliyor. Temel olarak siz bu dairenin etrafında dönüyorsunuz. İkinci katta dev akvaryumlar ve içlerinde deniz hayvanatı var. Buraya kadar her şey iyi.

Yalnız, alışveriş merkezinin tamamını gezelim diye kasten yapmış olsalar gerek, bir kattan bir kata geçmek ya da binadan çıkmaya çalışmak bir işkence. Örneğin üçüncü kattan ikinci kata inen merdiven binanın bir yanındayken, ikinci kattan birinci kata inen merdiven tam zıt cenapta ve bu her katta yaklaşık 50-60 metre yürümek anlamına geliyor. Bir asansör var gerçi, ama o da bozuk olduğundan, biz binadan çıkamadık efendim özetle. Çıkış için bulabildiğimiz tek kapı binanın arka tarafına açılınca, abuk sabuk mekanlardan zıplamak suretiyle ön kapıya 10-15 dakikada ulaşabildik. 7 yıldızın var ama iki tane kapın yok. Neyleyim ben öyle yıldızı.

Mimari çok önemli. Eğitim şart ayrıca.

5 Mart 2008 Çarşamba

Viktorya'nın sırrı çözüldü

Üçüncü sınıf tabloid gazeteleri kıvamında bir başlık attığım için üzgünüm, kendime hakim olamadım. Hem zaten hayat klişelerle güzel.

Victoria's Secret son dönemde satış kaybı yaşıyormuş efendim [Bu da haberi]. Firma yetkilileri merak etmişler, yememişler içmemişler, sonunda nedenini bulmuşlar bu düşüşün: Victoria's Secret "farkına varmadan" fazla seksi olmuş. Hatta şirketin CEO'su Sharen Jester'a göre firma "yanlış" bir seksilik imajıyla özdeş hale gelmiş. O yüzden artık daha hanımefendi çizgilere dönüş olacakmış, şirketin zaten temel felsefesi buymuş, falan filan.

Şirketler hata yapabilirler, bunda şaşılacak bir şey yok. Kuruluş aşamasındaki misyonlarından sapabilirler, imajlarında beklenmedik değişiklikler de olabilir. Yalnız benim anlamadığım şey şu sevgili Viktorya kardeşim: Sen yıllarca ne bileyim Gisele'e, Alessandra'ya ve adını bilemediğim diğer heykellere öyle acayip acayip şeyler giydirdin mi? Giydirdin. Bu da yetmedi bu ablaların omuzlarına birer çift kanat takıp podyuma saldın mı? Saldın. Her defilen dünyanın en fantastik şovları arasında ilk beşe oynuyor mu? Millet defile görüntülerini seyredebilmek için televizyonda, Youtube'da falan birbirini yiyor mu? Yiyor.

Sonra sen "farkında olmadan" fazla seksi oldun ha? Farkında olmadan yani. İyiymiş.

Ahmet Çakar bizi plaja götür

Maç heyecanı fena bir şey. Alves'in kullandığı penaltıyı Volkan'ın çıkarmasıyla birlikte insanlar sokaklara dökülürken, ben de halen titremekte olan ellerime aldırmadan bloga daldım hemen. Google Images'da şöyle güzel bir bikini fotoğrafı aradım ama yok, anca bunu bulabildim (Akademik blog ya, abla fotoğrafı koymaya çekiniyorum).

Yani demem odur ki, bu yazın plaj modasına sarı-lacivert bikiniler damgasını vurabilir. Gördüğüm kadarıyla bu alanda pazar da boş. Tüm mayo üreticilerini bu fırsatı görmeye ve bu boşluğu doldurmaya davet ediyorum. İşte size yeni ürün geliştirme şansı. Büyük bedenlerini de yapın ki, herkes bünyesine göre bir şey bulabilsin efendim.

4 Mart 2008 Salı

Yavru Markagiller

Devamı çok yakında demiştim, devamı geldi. Genç Markagiller geçen haftadan beri bizi çepeçevre kuşatan pazarlama hadiseleri ile ilgili yazılarına başladılar. Maaşallah, yelpaze de pek bir geniş: Alışveriş merkezi savaşlarından inovasyona, Polat Alemdar'dan kadın-erkek ilişkilerine, mısırcılardan futbola ne ararsan bol bol var. Bir şey değil, boynuz kulağı geçecek diye korkuyorum :)

Buradan buyrun:

Pazarlama Hakkında: Ertan, Özgür, Bahadır, Sercan, Umut
Blogsuz insan, R&D'siz producta benzer: Murat, Çağrı, Taylan, Perim, Gözde
Managers of the Future: Bircan, Zeynep, Metehan, Bulut, Fatih
Marketing(216): Irmak, Güray, Pamir, Denizgür, Umut, Gökhan
Empties: Gökhan, Moris, Volkan, Gizem, Meriç
High 5: Mustafa, Seyfettin, Burak, Gülsüm, Can
Camgol: Gamze, Oğuzhan, Caner, Aytaç, Levent, Müge
For Future: Özge, Simge, Mehmet, İrfan, Bora
Gecbob: Begüm, Emre, Çiğdem, Olcay, Gizem, Beste
Altınsu: Derya, Seral, İrem, Zeynep, Mert
ToranagaSO: Arsen, Kaya, Erman, Serdar, Gülin
Squadro TR: İlay, Aygören, Cansu, Evren, Bertan, Erkal
Seafum: Melis, Ufuk, Alev, Fatma, Seçil

Tabii diğer oturumlardaki yavru markagilleri de unutmadık:
Think More Consume Less: Sinem, Osman, Sefa, Emre, Çağlar
Pazaristan: Burak, Emine, Kağan, Ozan, Selin
Marketing Management: Seda, İbrahim, Başak, Rıza
Baged: Begüm, Anıl, Gonca, Ertan, Dilay

Devamı geldikçe onları da ekleyeceğim.

2 Mart 2008 Pazar

Expo sadece İzmir'in meselesi mi?

Biz İzmir'liler olarak biliyoruz da, maalesef diğerlerinin fazla bir fikri yok. İzmir EXPO 2015'in iki resmi adayından bir tanesi. Diğer aday Milano, organizasyonu kimin alacağı ise bu ay sonunda belli olacak.

Maalesef diyorum, çünkü İzmir dışında yaşayan kiminle konuşsam "Expo mu, o da ne?" şeklinde tepki veriyor. Aldığım en iyi cevap bile "Aaa evet öyle bir şey duyduk ama nedir bilmiyoruz" biçiminde oluyor. Bu tepkilerden organizasyonun pazarlama iletişiminin çok efektif olmadığı zaten gayet açık. Kısaca söylemek gerekirse, EXPO, 6 ay süren bir fuar. Bizim için önemi, yapıldığı kentin çehresini değiştirmesi, çünkü EXPO milyonlarca ziyaretçi ve milyarlarca dolar yatırım demek. O yüzden, biz İzmir olarak, Türkiye'nin yıllardır kaderine terk edilmiş bu güzide kenti olarak, EXPO 2015'i çok istiyoruz.

Bu konu nereden çıktı, şuradan: Biraz önce TAV'ın sitesine girdim, ki kendileri Türkiye'deki bir çok havalimanının işletmecisi olan firmadır. Bütün büyük havalimanları için ayrı ayrı siteler hazırlamışlar. İzmir Adnan Menderes Havalimanı'nın sayfasında EXPO 2015 logosunu ve organizasyon hakkında bilgi gördüm. Merak ettim, diğer havalimanlarının sitelerinde, misal İstanbul Atatürk'te ya da Ankara Esenboğa'da var mı diye. Tabii ki beklediğim gibi, YOK!

İstanbul'un, Ankara'nın, ya da diğer bir kentimizin aday olduğu bir organizasyon nasıl hepimizin meselesi ise (bkz: Olimpiyatlar, F1 vesaire), EXPO da bizim meselemiz beyler! Hayır, üvey evlat olduğumuzun farkındayız ama bu kadar da açık edip üzmeyin adamı.

Tasarım Faciaları: Episode I

Geçen cumartesi temizlik yapmaya niyetlendim, "Ya Allah" deyip giriştim işe. Evi topladım, süpürdüm falan. En son parkeleri sileceğim, olay bitecek, mis gibi temiz temiz oturup hafta sonu keyfi yapacağım. Evdeki hesap çarşıya uymadı tabii. Zaten uysa şaşarım.

Hafta içi Kipa'dan yeni bir yedek paspas almıştım. Adı Microfiberli süper paspas gibi bir şey, markası Banat. Rafların arasında gözüme gayet güzel görünmüştü. Neyse, açtım taktım sopasının ucuna. Suya daldırmamla olanlar oldu. Bu kadar korkunç bir tasarım olamaz kardeşim. Paspas öylesine su emiyor ki, kovanın içindeki sıkma bölmesine sokmaya çalışınca emdiği bütün suyu etrafa sıçrattı. Ortalık battı. Bu kadarla da kalmadı tabii sevgili paspasımız, zira suya daldırdığım anda fiberler yukarıya doğru genişleyip sopanın etrafına dolanıyor. Onları kurtarmak için kovanın içine dalıp bir de elinizle sıkmak zorunda kalıyorsunuz. Rezalet. Neyse bir şekilde silme işlemini tamamladım zar zor, sopanın ucundan söktüğüm gibi çöpe attım. "Bir daha mı" dedim, "hayatta!"

Bu vesile ile, bu haftadan itibaren rastlaştığım tasarım facialarını Markagiller'den cümle aleme ifşa edeceğim. Belki Google'da firmalarının isimlerini arattıklarında bu sayfayla karşılaşırlar da, bir dahaki sefere daha dikkatli tasarlarlar.

Not: Hatalı tasarım fotoğraftaki değil, netten ancak bunu bulabildim. Benimki beyaz beyaz birşeydi, sarı versiyona lafım yok.