27 Mayıs 2008 Salı

The grass is greener

İstanbul'daki işimden istifa etmiş, İzmir'e dönerken ne yapacağım konusunda fazla bir fikrim yoktu. Olsa da düşünmek istemiyordum: Yalnız, yılgın ve yorgundum. Üniversiteden mezun olmamın ardından geçen üç senede biriktirebildiklerim sadece bunlardı.

Ailem neden istifa ettiğimi sordu. Özel nedenlerim vardı. Ayrıca sıkılmıştım. Rutine binen işlerden, plaza sürüsosyallerinden, her gün trafikte yitirilen üç-dört saatten, öğrenemeden geçen günlerden sıkılmıştım. Bir yüksek lisans yapsam iyi olacaktı, hem zaten okumak alkolizm gibiydi, bir kere bulaştın mı yakanı kurtaramıyordun. Ne yazık ki güz dönemi çoktan başlamıştı ve ben istifa etmek için Kasım gibi alakasız bir ayı seçmiştim. Dokuz Eylül öyle dedi en azından. Bir tanıdığımız vakıf üniversitelerinden bahsetti sonra, İzmir Ekonomi ile öyle tanıştım.

Başvuru, görüşmeler derken bir şubat ayında kendimi araştırma görevlisi olarak buldum sonrasında. Yüksek lisansa başladım, "Hangi alanda çalışacaksın?" diye sorduklarında "Pazarlama" demiştim, çünkü çok eğlenceliydi, çok yaratıcıydı, rutine binmiyordu, ve ben pazarlamayı hep sevmiştim. Çok çalıştım, seneler seneleri, dersler dersleri, projeler projeleri kovaladı. Öğrenciler geldi öğrenciler gitti, tezler başladı tezler bitti.

Tolkien'in dediği gibi, oradaydım ve şimdi buradayım.

Bu benimle ilgili bir yazı değil aslında, aslında çokça da benimle ilgili. Eğitmenlik hayatımın beşinci yılı bitiyor, ve ben tüm zamanların en güzel sınıfına bir yazı ithaf etmek istiyorum.

Çünkü onlar benim biriciklerim...

Derslerine ilk girdiğimde gergindim, zaten dönem başında hep gergin olurum. Öğrenciler de gergin olurlar, ilk haftalar sınırların çizildiği, beklentilerin ortaya konulduğu haftalardır, o yüzden çok önemlidirler. Yine bu haftalarda en keyifli ders yapılan sınıfın hangisi olduğunu da tespit edersiniz. En çok hangi sınıfta eğlendiğinizi. Hep böyle olur. Sınıfların birini bellersiniz. En azından hep böyle olmuştu.

Bu sefer edemedim, çünkü hepsi birbirinden iyiydi. Pazartesi, salı ve çarşamba sabahları 8:30'da üç oturum yapıyordum, hepsi canavar gibiydiler. Sabahın köründe sınıfta olmaları bir yana, üç koca saat boyunca algıları açık bir şekilde dinliyorlar, yorumluyorlar ve durmaksınızın sorguluyorlardı. Bir hoca başka ne bekler ki? Şahsen daha ötesini beklemiyordum.

Ama onlarda dahası vardı: Neşeli, meraklı ve iyi niyetliydiler. Bu, üçüncü milenyumda pek az bulunan bir erdemdir. Grupları olsa da bir bütün olarak eğlenebiliyor, birlikte hareket edebiliyorlardı. İkinci döneme yaklaşırken artık neredeyse hepsini tanıyordum, ve sanırım onlar da beni biliyorlardı. Bilmedikleri şey, benim üniversite hayatım boyunca özlemini duyduğum sınıf olduklarıydı.

Ne yazık ki onlara biraz geç kalmıştım.

İsimlerini tek tek sayabilirim ama yapmam, çünkü birinin adı diğerinin önüne geçse içim acır, adil olamadım diye. Neyse ki onlar kendilerini biliyorlar. Onlar benim pazarlama canavarlarım, yavru markagillerim. Onlar beni ders var diye sabahın köründe kalkmaktan mutlu kılanlar, günümü güzelleştirenler, yaptığım işten keyif aldıranlar.

Anladım ki, ben 80 sonrası nesle aşina olmayanlardanmışım. Onlar benim yeni nesle umudumu yeşerttiler, umarım onların umutları da hep genç, bastıkları toprak yeşil olur. Umarım hep sağlıklı ve mutlu olurlar, kendilerini, ailelerini ve bu ülkeyi daha güzel günlere taşırlar.

Ben bugün, onların sayesinde, beş küsur sene önce Sabuncubeli'nden İzmir Körfezine dalıp giderken olduğumdan çok daha gencim. Bunun için, sevgileri için, ve bana öğrettikleri her şey için hepsine çok teşekkür ederim.

25 Mayıs 2008 Pazar

A lonely and beautiful country

Aslında ülkelerin marka değerleri ve benzeri konular üzerine sayfalar dolusu yazabilirim bu blogda, ama herhalde hiç biri Nuri Bilge Ceylan'nın Cannes'da en iyi yönetmen ödülünü almasının ardından yaptığı konuşma kadar güzel ve etkili olamaz. Sean Penn tarafından sahneye davet edilmesinin ardından, kendisinin ağzından şu kelimeler döküldü:

... and I dedicate this prize to my lonely and beautiful country...
Bu yalnız ve güzel ülkenin bir evladı olarak, başarısı, içtenliği, yalnızlığı, güzelliği ve bizi onurlandırdığı için Nuri Bilge Ceylan'ı tebrik ediyor, kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.

20 Mayıs 2008 Salı

Hoşgeldin, hoşgeldin, hoşgeldin

Britanya zeki adamların ülkesidir. Üstünde güneş batmayan imparatorluğu onlar kurmuşlar, o veya bu şekilde dünya ticaretini ellerinde tutmuşlar, envayi çeşit taktik ile dünyayı dize getirmiş, politikayı ise hep iyi becermişlerdir. Çok iyi de futbol oynarlar. Özetle Adalılar, ister İngiliz, ister İskoç, ister İrlandalı olsun, kafası çalışan insanlardır.

Marka yönetimi hariç.

Bu kanıya varmama neden olaylardan biri geçenlerde yazdığım OGC vakası. İngiltere'de bu logonun yankıları devam ederken, bir haber de İskoçya'dan geldi. İskoçya, ulusal pazarlama kampanyasının öğelerinden biri olarak sloganını yenilemeye niyetlenmiş. Eski slogan olan "The Best Small Country in the World - Dünyanın En İyi Küçük Ülkesi"ni değiştirmek için 125,000 Sterlin değerinde bir kampanya başlatan İskoçlar, sonunda yeni sloganlarını bulmuşlar.

"İskoçya'ya hoşgeldiniz - Welcome to Scotland"

Kendilerini bu dahiyane fikir için ne kadar tebrik etsem az. Gerçekten çok ince düşünmüşler. Ajansa ödedikleri sterlinciklerin her kuruşuna değmiş.

Haberin ayrıntıları burada. Bu örneklere bakınca "Turkey welcomes you"yu bile sevesi geliyor insanın. Vallahi.

15 Mayıs 2008 Perşembe

High Hopes

Looking beyond the embers of bridges glowing behind us
To a glimpse of how green it was on the other side
Steps taken forwards but sleepwalking back again
Dragged by the force of some inner tide

The grass was greener
The light was brighter

13 Mayıs 2008 Salı

A Millilerimizin adı ne olsun?

Garanti Bankası böyle bir isim bulma yarışması açmış. Detayları burada. Diyorlar ki:

Milli Erkek basketçilerimizin adı 12 Dev Adam. Kadın basketçilerimiz Potanın Perileri. Onları zaferlere bu isimlerle motive ediyor, iyi günde kötü günde isimlerini söyleyerek moral veriyoruz. Peki, A Milli Futbol Takımımızın neden bir ismi olmasın? Siz de formu doldurarak; en az bir en fazla iki isim önerisinde bulunun, en iyi öneriyi yapın, Sony Bravia Full HD LCD TV ve ev sinema sistemi kazanma şansını yakalayın!
Cem'e gösterdim "sahanın gülleri", "meşin tepenler" ve "11 küçük adam" gibi ciddiyetsiz isimler önerdi. Neyse, görünen o ki, Garanti buradan da yeni bir marka yaratmaya çalışıyor. Öncekilerdeki (12 Dev Adam falan) başarısı da tartışılmaz. Ama bana kalırsa, milli takım onurlu gururlu bir şekilde oynasın da gerisi hikaye. Yoksa isimleri milyarlık eşekler olur, ötesi değil.

11 Mayıs 2008 Pazar

Kitabe-i Seng-i Mezar

Başlık Orhan Veli'nin bir şiirinin adıdır, "Dünyada nasırından çektiği kadar hiç bir şeyden çekmeyen Süleyman Efendi"nin hikayesini anlatan. Mezar taşı yazısı anlamına gelir.

Mezarlar ve hatta mezarlıklardan bahsedeceksen, olayı biraz neşeli hale getirmenin başka yolu yok herhalde. Biz bu sene, daha önceki senelerden farklı olarak, Anneler Günü'nü Alaçatı Mezarlığında geçirdik. Anneannem Eylül ayında vefat ettiğinden, annemin kendi annesine hediyesi ona dualar etmek ve mezarını toparlamak biçiminde oldu.

Mezarlıklar enteresan yerler. Ben mezarlığa gidince oradaki insanların kaç yaşına kadar yaşadıklarına dair bir hesap moduna giriyorum. Alaçatı mezarlığından çıkardığım sonuç Giritlilerin maaşallah uzun yaşadığı. Bunun dışında mezar taşları, insanların kim oldukları ya da başlarına neler geldiği konusunda da ilginç bilgiler veriyor. Mesela bugün gittiğim mezarlıkta "Çocuklarımın gözleri önünde kudurmuş kaynım tarafından parçalandım" gibi bir şey yazan bir mezar taşı vardı. Fotoğraf makinem olsa çekecektim.

Neyse, konumuz bu değil. Konumuz mezarlığın harabe gibi olması. Babam kan ter içinde anneannemin ve diğer aile büyüklerinin mezarları etrafındaki otları yoldu, ben de mezarlığın dışına taşıdım onları. Gerçi dayıma "Git bir bak" demişler ama, kendisi otları ayaklarıyla ezmek suretiyle bu görevi yerine getirdiğine kani olduğundan iş yine başa düştü. Zaten biliyorsunuz dayı, deniz kenarı yerlerde yaşayan, balık tutmak ve rakı içmek gibi faaliyetlerle meşgul olan, bu esnada hayatını da aileden kalan çift çubuğu satmak suretiyle kazanan insanlara verilen genel addır. O yüzden şaşırmadık.

Bu çaba esnasında, aklıma Hıristiyan mezarlıkları geldi. Hani filmlerde, dizilerde hep olur, bir rahip "Ashes to ashes, dust to dust" ayetini okurken herkes önüne bakar, sonra sessizce dağılırlar falan. Tertemiz, yemyeşil, pırıl pırıl mezarlıklar. "O mezarlıkları kim öyle tutuyor?" diye düşündüm. Muhtemelen yerel yönetimler, mezarlığı özel şirkete devrediyorlardır, cenaze sahipleri de belli bir katkıda bulunuyordur. Mezarına daha fazla ilgi isteyen, daha fazla bir katkıyla bunu sağlıyor da olabilir bilmiyorum.

Aslında, burada çok enteresan bir iş kolu var yani. Mesela bir şirket kursan, 1000 mezarın bakımını alsan bir ilde, haftada bir ziyaret etsen, çiçeğine falan baksan, otunu yolsan... Yani imamlar, cenaze levazımatçıları, mezar taşı oyucular para kazanıyorlar da, böyle bir işten niye para kazanılmasın? Sonuçta hizmet, hem hayır duası da alırsın.

Can sıkıcı bir iş gibi görünüyor ama neden olmasın? Hem ne demişler, kiminin parası, kiminin duası.

8 Mayıs 2008 Perşembe

Kayıp kentin yakışıklısı, dondurma ve diğerleri

Bu sene bana en çok sorulan üç soru sanırım şunlardı: "Hocam, sınavda zor sorar mısınız?", "Hocam, proje kaç sayfa olacak?" ve "Hocam, Lost izliyor musunuz?". Birinci soruya "Delicesine", ikinci soruya ise "Çok" yanıtını vermek suretiyle yırtıyordum ama üçüncü sorunun beni hakikaten zorladığını kabul etmem gerek. Sonunda "Evladım, ben olmuşum Lost" diyerek ona da karizmatik bir çözüm bulduk ama Lost konusundaki cehaletimizi gideremedik. Hatta bu yüzden geceler boyu ağladım. Hakkında tek bildiğim, bir uçak kazası sonucunda adaya düşen insanların başına gelen antin kuntin şeyleri konu alan bir dizi olduğu ki, bende ıssız ada konsepti "ıssız bir adaya düşsen yanına alacağın üç şey nedir?" saçmalığı ile başlar, Robinson abimiz ile devam eder ve Sineklerin Tanrısı ile nihayete erer. Bir insana hayatta bu kadar ıssız ada bilgisinin yeteceğine inanırım.

Neyse, özetle tüm zorlamalara, envayi çeşit hile ve desiselere rağmen Lost izlemiş değilim. Ama kapıdan kovsan bacadan giren bu Lost fenomeni, sonunda dizinin bir numaralı yakışıklısı (öyle diyorlar, bence herif at hırsızına benziyor) Josh Holloway'in ülkemize konuk olmasıyla bizim de gündemimize girdi. Ziyaret sırasında ayılanlar bayılanların olduğunu, bir takım ahlaksız tekliflerin havada uçuştuğunu, Şehrazat'ın Josh kişisini elleyebilmek için 150,000 dolardan açılan piyasayı iyice düşürdüğünü falan televizyondan takip ettim. Bu esnada öğrendik ki, arkadaş babasının hayrına gelmemiş, bir reklamda oynayacakmış, ülkemiz insanının aklını alacakmış falan filan.

Aradan zaman geçti, bugün Ek$i'den reklamın yayına girdiğini öğrendim. Hemen ilgili linklere tıklayıp reklamı izledim tabii. Konu kısaca şöyle: Çılgınlar gibi alışveriş yapmış olan güzel abla yolda yürürken sendeler ve ayağını burkar, bunu gören Josh ablayı arabaya alır ve kendisine bir adet Magnum ikram eder. Hanım kızımız Magnum'unu afiyetle yer iken, Josh da buzla ablanın ayağını ovar. Olaylar gelişir.

Mizansen itibari ile Ülker'in "sokakta dans eden insanlar" temalı çalışmalarından daha fazlasını sunmayan bir reklam olduğunu söylemek zorundayım. O derece anlamsız yani. Bunun yanı sıra markanın standart konumlandırmasını güçlendiriyor ki, bu biliyorsunuz Magnum'un üç S'sidir: Seksi abla, seksi abi, seksi dondurma.

Yanlış anlaşılmasın, Magnum'un bu temadaki ısrarını ve istikrarını takdir ediyorum. Nitekim konumlandırma tam da böyle bir şeydir, derslerde de bol bol örnek verdik kendilerini. Ama dondurmayı bir çocukluk büyüsü olarak algılayan bir insan olarak, bu konsepte zaten eskiden beri gıcığım. "Seksilik" üç ayrı mesaj verici tarafından bu derece zorlanınca hisleniyorum işte. Ben de böyle bir insanım, ne yapacaksın.

Neyse, bakalım kayıp kentin yakışıklısı Magnum'un satışlarına ne denli etki edecek? Aklıma gelmişken, rakip firmalardan biri de bizim Coşkun'u kullansa çok çılgın olabilir. Zira benim için ha Josh, ha Coşkun fark etmiyor. Ben Özsüt'ten külah dondurmamı alır yerim, başkasının ne yediğine karışmam.

6 Mayıs 2008 Salı

God save the designer

Diğerlerinin hakkını yemek istemem ama, bu sene en eğlendiğimiz ders herhalde marka elemanlarını işlediğimiz ders oldu. "Bir musibet bin nasihattan yeğdir" anlayışıyla tartışmaya açtığımız tüm zamanların en salak marka isimleri, logoları, karakterleri ya da sloganlarının gözlerden yaş getirdiği su götürmez bir gerçektir nitekim. İşin daha da komik tarafı bütün bu marka elamanlarının tasarımına çoğunlukla binlerce, hatta bazen milyonlarca dolar dökülmüş olması ki, bazen içimden "bunu yapan insan olamaz" diyorum.

Tabii ben ne dersem diyeyim, dünyamız yaptığı işe dönüp bir daha bakmaya tenezzül etmeyen tasarımcılarla ve bunları onaylayan beceriksiz yöneticilerle dolu. Yani hadise sadece Türkiye'nin sorunu değil, bu anlamda kendimize haksızlık etmeyelim. Bunun en güzel örneklerinden biri, geçtiğimiz günlerde İngilitere'de yaşanmış.

Çok kısaca, Office of Government Commerce, ki kabaca Devlet Ticaret Ofisi diye tercüme edebiliriz, logosunu yenilemeye karar veriyor ve bir tasarım ajansına 14,000 İngiliz Sterlini bedelle yukarıdaki logoyu tasarlatıyor. Bu logoya vereceğimiz ilk tepki muhtemelen "Onu ben 14 sterline yapardım" olacaktır, o kadar da kötü bir logo yani. Neyse, logo kullanıma alınıyor ve kızılca kıyamet kopuyor. Çünkü şükürler olsun ki, tasarımcı olmadığı halde tasarım gözü olan insanlar var.

Yandaki resme bakınca, benim fazlaca bir şey dememe gerek olmadığını anlayacaksınız. Tek lafım o tasarımcıya: Kardeşim yaptığın işe hiç mi bakmıyorsun be yahu?

Tanrı önce kraliçeyi, sonra seni korusun.