23 Ocak 2008 Çarşamba

Yeni dünyaya giden eden

Bu aralar ABD'ye giden / ABD'den dönecek birileri varsa ve bana haber ederlerse sevinirim. Ltf pls t$k.

22 Ocak 2008 Salı

Ulusoy beni neden çağırıyor?

"Her ilçeden bir yürek, yetmiş milyon tek yürek" teması ile televizyonlarımızda dönen bir reklam var, görmüşsünüzdür. Geçende denk geldim, baktım şarkısı türküsü de var. İsviçre milli maçı öncesi milli takıma bir destek tadı yakaladım, neş'e doldum, zıpladım, coşuyoruz koşuyoruz falan filan.

Yalnız bu sevgi seli içerisinde bir baktım beni coşkuya davet eden Türkiye Futbol Federasyonu değil, bizzat Haluk Ulusoy'un kendisiymiş. Şaştım kaldım, "Bayram değil seyran değil, Haluk Ulusoy beni neden çağırsın?" dedim. Hayır, mesela Turkcell vasıtası ile de milli takımı destekliyoruz ama Turkcell genel müdürü kim onu bile bilmem. Hal böyle olunca, reklam milli takıma mı destek veriyor, yoksa Haluk Ulusoy'a mı, pek belli olmuyor.

Ortada bir kurum (TTF) ve onun zaman zaman değişen başkanları var. Dolayısıyla, başkanın kim olduğundan bağımsız olarak kurumun sürekliliği gibi bir durum sözkonusu. Bu anlamda milli takıma Haluk Ulusoy üzerinden değil de TTF üzerinden destek vermek daha doğru görünüyor bana. Yoksa merak ediyorum, "Haluk Ulusoy beni neden çağırıyor?"

16 Ocak 2008 Çarşamba

Dönem sonu raporu

Şirketler dönem sonu raporlarını Aralık 31 itibari ile açıklarlar ama bizim dönem sonumuz Ocak ayını buluyor. Bugün nihayet notlamaları bitirmiş, ders ve akreditasyon dosyalarını hazırlamış, ıvır zıvır işleri halletmiş olduğumdan ben de kendi dönem sonu hesabımı kesebilirim artık.

Öncelikle Güz Dönemi dersleri hakkında bir iki şey yazayım, zira öğrencilerim burayı takip ediyor. Bir iki münferit olay haricinde iyi bir dönem geçirdiğimiz kanaatindeyim, hem Principles of Marketing'de, hem de Introduction to Business'te. Herkese bir faydam dokunamamış olabilir, ama çoğunluğun iş dünyasına ve pazarlamaya yeni bir bakış açısı geliştirmesine vesile olduğumu umuyorum. Bu dönemki derslerin büyük çoğunluğu giriş niteliğinde derslerdi, ikinci dönemkiler daha uygulamaya dönük olacak. Sanırım o zaman derslerin keyfi daha da artacak (Hangi sectiona girdiğimi sormayın, söylemem. Tarzım değildir.)

Güz dönemi ders ağırlıklı geçti, bunun yanında ICOVACS çalışmalarına başladık. İdari işler yine akademik çalışmalara yoğunlaşmamı engelledi, inşallah bir başka "bahara" dedik. Bu bahar case yazacağım, elimdeki makaleleri toparlayacağım, inşallah iki yeni makaleye ve bir kitaba başlayacağım. Umut garibanın ekmeği tabii :)

Evimi temiz tuttum, sağlıklı beslendim, 10 senedir bitiremediğim haritayı bitirdim. İyi insanlarla tanıştım, iyi insanlarla çalıştım. Facebook'a üye oldum ve sıkıldım. Blog açtım sıkılmadım. Tasarım yaptım, evde ve işte yine çok çok çok çalıştım, yaptıklarımın çoğundan keyif aldım. Durumum budur, arz ederim.

6 Ocak 2008 Pazar

İyi finaller!

Bizim üniversitede final maratonu başlıyor. BA201 ve BA101 öğrencileri için özel not: Sakin olun, yorumlayın ve yazdıklarınızı gerekçelendirin. Kopya konusundaki hissiyatımı ve tavrımı ise çok iyi bildiğinizi sanıyorum. Finallerde ter dökecek tüm öğrencilere başarılar.

4 Ocak 2008 Cuma

Tasarım, tasarsın, tasar

Yeni yılla birlikte blogun tasarımını değiştirdim. Eskisi o kadar karanlıktı ki içim sıkılıyordu yazarken.

Tasarım çok önemli bir şey. Doktora tezimi üstüne yazdım diye demiyorum, bir markayı marka yapan en önemli unsurlardan biri tasarım. Ancak ne komiktir ki, marka literatüründe üzerinde en az çalışılan konuların da başında geliyor. Bunun temel nedeni işletmecilerle tasarımcılar arasında bir ortak lisanın daha yeni yeni oluşturulmaya başlanması. Nitekim, bugün birçok tasarımcı için işletmeciler "sanattan anlamayan pis makyevellistler" iken, işletmeciler içinse tasarımcılar "hayal dünyasında yaşayan artiz kişilikler"den daha fazlası değil (Artizin r ve z harfleri vurgulanarak söylenecek). Babil Kulesi yıkılırken en büyük lanete uğrayanlar tasarımcılarla işletmeciler olmuş belli ki.

İşte bu ortak dili oluşturabilmek için biz de elimizi taşın altına koyduk efendim. Kasım 2008'de İzmir'de gerçekleştireceğimiz ICOVACS2008'in ana başlığı "Sürdürülebilir Değer Yaratmak için Tasarım, Lojistik ve Markalamanın Bütünleştirilmesi". İnşallah dünyanın dört bir yanından tasarımcıları, lojistikçileri ve marka yöneticilerini bir araya getirip kaynaştıracak, sevgiyle kucaklaştıracağız. "Marka-tasarım diyorduk, lojistik nereden çıktı yahu?" diyorsanız onu daha sonra bilahare açıklayacağım.

ICOVACS2008 hakkında ayrıntılı bilgi için: http://www.icovacs.org/

3 Ocak 2008 Perşembe

Canımcan

Şampuan reklamlarında sergilenen IQ düzeyinden beklentim hiç bir zaman yüksek olmadı. Yok efendim kafama boncuk taktım, yok saçımı savurdum park yerini kaptım, yok fırçayı mikrofon kendimi Kylie Minogue zannettim falan, bunlara alışığız.


Ama son Blendax reklamı beni tarumar etti. Hani şu "dolgun saçlarımı sallayınca değişti Can, pırıl pırıl efendi bir adam oldu" reklamı. Hayatın anlamını yeniden sorgulamama vesile oldu. Demek ki bizim yıllar boyu uğraşmamız didinmemiz boşunaymış. Dolgun saçlarını salla, Fifi'yi kap. Dolgun saçlarını salla, adamı romantik et. Sihirli değnek gibi hakikaten.

Kızım, o işler öyle saç sallamakla olaydı, Banu Alkan bugün bu memlekete başbakandı. Sen o dolgun saç hadisesini bırak da dolma yapmayı öğren bence. Canımcan evde yemek bulamayınca saçından sürüyüverir seni annenin evine. Demedi deme.

Bir çift lafım da, Can'a. Canımcan, evladım, sen de öğle ağzı açık ayran budalası gibi kıza bakmaktan vazgeç. Kızın bir dediği öbürünü tutmuyor. Sen rap dinlemek istedin onun romantikliği tuttu da, beş dakika sonra eğlencesi geldi, ne oldu anlamadım ben. Kendinize gelin, adam gibi oturup muhabbet edin, limonata için. Yoksa bu işin sonu hüsran olur, benden söylemesi.

Ve sevgili Blendax reklamcıları: Lütfen IQ seviyesi 70'in üzerinde karakterlerin bulunduğu reklam senaryoları hazırlayın. Yetti yahu.

2 Ocak 2008 Çarşamba

Ikea, evimizin köftecisi...

Hafta sonu Bornova Ikea'ya gittim. Maaşallah tüm İzmir'in de aklına aynı şey gelmiş, millet o tava benim, bu masa senin birbirini eziyordu.


En kalabalık yer de tabii ki restaurant. Baktım, "Dağ kızılcığı reçeli bizi bozar usta" diye düşündükleri yüzlerinden belli olan delikanlı şirinler bile kız arkadaşlarının gazına gelmiş, reçeli sosu unutup köftelere abanmışlar. Küçükken kardeşim sucuğun üstüne reçel döküp "Abla bak yeni yemek icat ettim" diye çıkagelmişti de kafasına vurmuştum garibimin. Aklıma geldi hüzünlendim.

Biliyorsunuz İkea ilk geldiği yıl dolaptan kanapeden çok köfte sattı. Bir kısım insanlar da bunu pek eleştirdiler. Dediler ki, "Kaaardeşim, sen mobilyacı değil misin, bu nasıl iş?". Hatta bir kısmına göre köftehor İkea'nın amacı köfteciklerin içine domuz etlerini tıkıştırıp bizi cümleten harama sokmaktı. Bayılırız böyle teoriler kurmaya. Biraz da adam gibi teoriler kurabilsek fezaya çıkacaktık da olmadı.

Neyse konumuz feza değil pazarlama. Ben bu İkea'nın köfte stratejisini çok akıllıca buluyorum. Neden? Şundan: Şimdi adam elin İsveç'inden kalkmış gelmiş, bilmem kaç bin metrekareye mağaza kurmuş. Güzel. Şimdi normalde bir İzmirli vatandaş bu mağazaya hayatında kaç kere gider? Cevap: 3 kere. Birincisi ilk açıldığında meraktan. İkincisi evlenirken, müstakbel hanımın zoruyla. Üçüncüsü de 50 yaşında ev değiştirdiğinde. Bir daha gitmez, İkea da batar.

Ama bizim İsveçli ne yapıyor, gidesin diye atraksiyon üzerine atraksiyon yapıyor. Köftesiydi, kahvaltısıydı, 1 YTL'ye sosislisiydi derken millet mağazaya, alınan ıvır zıvır da kasalara akıyor.

İkea, alışverişin artık bir "eğlenceli zaman geçirme" faaliyeti olduğunu çoktan çözmüş yani. Ben onları bol bol tebrik ediyorum buradan. Darısı iki kıytırık tost makinesine café diyen Koçtaş'ın başına inşallah.