7 Nisan 2009 Salı

Obama...

Herhangi bir milletin hayranı değilim, ama Sezar'ın hakkını teslim etmek gerek: Şu dünyada pazarlamayı en iyi bilen ulus Amerikalılardır. Bunu derken, Coca-Cola'larını, Nike'larını, McDonalds'larını, yani tüccarlık dahilindeki pazarlama çabalarını da bir kenara koyuyorum, onlar herkesin malumu zaten. Sheakespeare ileri görüşlü bir adam olsaydı, Venedik Taciri'ni yazacağına Amerikan Tacirini yazardı. Daha eğlenceli, daha heyecanlı.

Benim şahsi görüşüm odur ki, zaten pazarlamanın beşiği olduklarından olsa gerek, A.B.D.'de doğan her çocuk pazarlama kafasıyla doğuyor. Artık senelerce pazarlama bombardımanına maruz kaldıklarından mıdır bilemiyorum, ama kaç tane Amerikalı ile tanıştıysam, eğitimli ya da eğitimsiz, kadın ya da erkek, genç ya da yaşlı, bunların kafası pazarlamaya basıyor arkadaş. En dandik mahalle şirketini kuran bile hedef pazar diyor, konumlandırma diyor, müşteri odaklılık falan diyor. Şirketlerinin adını "Babamın soyadı" diye Becergen koymuyorlar misal.

Neyse, hal böyle olunca bu Amerikanyalılar, sokaktaki vatandaş tarafından pek bilinmeyen başka pazarlama faaliyetlerini de şahane yürütüyorlar. Bilimi pazarlıyorlar mesela, o yüzden en prestijli pazarlama dergileri A.B.D.'de, onlarda yayın yapacağız diye çatlıyoruz. Sanatı pazarlıyorlar, edebiyatı pazarlıyorlar.

Sonra yeri geliyor savaşı pazarlıyorlar. Bağdat üzerindeki yeşil ışıkları seyrediyorsun aval aval. Savaşla alakasız bir zamanda, savaşla alakasız bir yerde ve dahası savaşla alakasız bir nedenle petrole bulanmış karabatağa bakıp "vah vah" diyorsun falan. İzleyici 20 sene sonra bu filmden sıkılınca, bu sefer de barışı pazarlamaya başlıyorlar.

Obama geldi ya, bir iki gündür takip etmeye çalışıyorum (Yoksa ne yoğunluktan, ne yorgunluktan haber seyredecek vaktim bile yok aslında). Bir değişik halet-i ruhiye çöktü dünyanın üstüne, biz de içindeyiz tabii. Obama'ya diyecek bir şeyim yok, adam kibar, adam yakışıklı, adam eğitimli, uzaktan gördüğümüz kadarıyla da oldukça zeki. Dahası adam zenci, adam Kenya doğumlu, adam Hüseyin yani. Olumsuz hiç bir şey söylemiyor, cümlelere hayır'la, ama'yla değil evet'le, haklısınız'la başlıyor. Gülümsüyor, Obama gülümseyince biz de gülümsemiş sayılıyoruz. Öyle bir hal ki bu, sanki bu yorgun dünya yeniden canlanacakmış gibi geliyor. İzmir'de güneş açacak, bahar gelecek falan zannediyorum (Bu sene de ne yağdı be). Ozon deliği "Abi ben çok açıldım bir kapanayım artık" diyecekmiş gibi bir şey. Değişik yani. Dediğim gibi sadece bizde de değil. Adam nereye gitse böyle, Prag'da millet alkış kıyamet, Asya desen hakeza. Bugün bir CNN yazarının sorduğu gibi: "Dünya bir Amerikan Başkanını böyle bağrına basmayalı kaç yıl oldu?" Çok olmuş herhalde. Annemler JFK'i anlatırlardı da, ölünce dünyada yas olmuş falan, inanmadıydım. Çok olmuş hakikaten.

Neyse diyeceğim odur ki, bu iş nereye gidiyor şimdilik kestiremiyorum. Tek bildiğim, Amerika'nın son 30 senedir devirdiği dağları, bir Hüseyin tekrar yerine koyuyor. Artık adına pazarlama de, PR de, "hayır alakası yok, adamın kişiliği bu" de, önemli değil. Önemli olan insanların umutlanıyor olması ki, bu da bir şey. Yıllar önce Dave Mustaine, "Peace sells, but who's buying?" diye soruyordu, bugün sanki, yalandan da olsa, alıcı varmış gibi görünüyor.

İzliyoruz valla Hüseyin kardeş. İnşallah kişiliğindendir de, sen alıcı çıkarsın diye umuyoruz. Çok yoruldu bu dünya kandan, katliamdan, barışa çok ihtiyacımız var. Sen Anıtkabir defterine yazdın ya, ben de şu gariban bloguma bu notu düşeyim dedim. Bugünkü maruzatımız budur.

17 Mart 2009 Salı

Yavru Markagiller: Yine, Yeni, Yeniden.

"Hehey" dedim son yazının tarihine bakınca, dört koca ay olmuş, bloğumuza elimizi sürmemişiz. Gerçi bir çok bloğun kaderi budur, bir gazla yayına başlayıp, akıldaki üç-beş şeyi yazdıktan sonra kıyıya köşeye atılan, unutulan blog sayısı pek çok. Ama tabii Markagiller'in yola çıkışı bu minvalde olmadı, bundan sonrası için de böyle bir planımız söz konusu değil. "E madem öyle, niye yazmadın?" diyecek olursanız, bazı sağlık çerçeveli can sıkıntılarım oldu, kendimi geyiğe vuracak takatim kalmadı. Hadise budur. Bakalım bundan sonra inşallah biraz toparlarız.

Geçen süre içerisinde yazılacak pek çok konu çıktı elbet ama kimisi eskidi, kimisini de ben unuttum. Şimdi yeni döneme başlayınca, bana da yazacak çok konu çıkacak, çünkü Yavru Markagiller yeni ekiplerle tekrar yayına başlıyor. Gençlerle birlikte yazma çizme işine girince de insana böyle bir heyecan geliyor işte. Bu arada Yavru Markagiller projesi, pazarlama eğitiminde bir ilk olması münasebeti ile önümüzdeki yıl Journal of Marketing Education'da yayınlanacak bir makaleye konu oluyor. Yaaa, biz de boş durmadık efendim.

Bizden haberler şimdilik böyle. Aşağıda Yavru Markagiller linklerini görebilirsiniz, bizi izlemeye devam edin.

Marketing Bloggers: İlayda, Deniz, Onur, Dila
Administration Marketing: Gürkut, Bahar, Nuriye, Berk
One Minute: Burçin, Niyazi, Berker, Pelin, Veysel
İsimsiz: Deniz, Gizem
Patlıcanlı Tavuklu Gözleme: Cansu, Baturalp, Tuğçe, Alptuğ, Selcan
Marketing Mix: Çağatay, Onur, Onur, Osman, İlknur, Caner
Marketing: Elif, Pelin, Burcu, Berrak
WWW Pazar: Önder
Marketing IEU: Merve, Orçun, Eda, Çağlar, Özge
Rakı Balık: Mehmet, Oray, Kudret

9 Kasım 2008 Pazar

A.R.O.G. = A.R.A.K?

Bu sabah Pazar sabahını uyumakla geçirmek istemeyen 10 kadar İzmirli ile Quantum of Solace'ı izledik Balçova Kipa'da. Film hakkında yazasım var, James Bond karakterinin marka gücü misal, ama ondan önce buraya başka bir konu hakkında not düşeceğim.

Film öncesinde Cem Yılmaz'ın yakında vizyona girecek olan filmi A.R.O.G.'un reklam/fragmanı yayınlandı. Yalnız problem şu ki, ben bunu daha önce seyrettim! Taş devrinde futbol temalı teaser, Nike'ın bundan 10 sene önce yaptığı bir reklamın neredeyse birebir kopyası. Bu reklam filminde, İtalyan milli takımı zebaniler karşı bir maç yapıyor, saha çizgileri ateşten, zebaniler vahşi falan filan.

A.R.O.G. teaserının ise bırak konusunu, çekimleri, sahneleri bile aynı. Cem Yılmaz'ın bilgisinde bir şey mi bilemiyorum, ama bilgisi dahilindeyse hiç yakıştıramadım kendisine ki, benim için Cem Yılmaz özgünlüğün kıymetini bilen ve bu kavramı Türkiye'de çok az kişinin yaptığı düzeyde koruyan bir insandı(r).

Görüntüler burada. Rastlantı mı, topuzu kaçmış bir esinlenme mi kararı siz verin artık:

Nike reklamı:



A.R.O.G. fragmanı:

29 Ekim 2008 Çarşamba

Blogger'a pirince giderken...

Tam yazacaktık derken nurtopu gibi bir Blogger yasağımız oldu geçen hafta biliyorsunuz. Bir sabah siteyi bir açtım, baktım o artık iyice aşina olduğumuz kırmızı iğrenç fontlarla yazılmış estetik yoksunu "Bu siteye erişim engellenmiştir" ibaresi. "Ulan" dedim, "kesin hakkında atıp tuttuğumuz şirketlerden birisi kapattırdı Markagiller'i. Alsaydım Fish Card, böyle olmayacaktı". Neyseki, sorun Markagiller değilmiş. Gerçi önceleri kim olduğunu da anlayamadık ama bütün blogların kapalı olmasından bir haltlar olduğunu tahmin etmek zor olmadı.

Neyse böyle bir heyecan halinde Ek$i Sözlük'te isyan edip dururken, olayın üzerindeki sır perdesi yavaş yavaş aralanmaya başladı. Digiturk'un antifraud ekibi, Blogger üzerinden Lig TV görüntülerini yayınlayan bloglar nedeniyle mahkemeye başvurmuş (bu arada Diyarbakır Mahkemesi ne alaka onu çözemedim), mahkeme de demiş ki: "Tez uçurun o Blogger'in kellesini".

Şimdi burada kime kızsam bilemedim. Hadi hakimlerimiz cahil, alt alan mantığını anlamıyorlar, blog ne demek bilmiyorlar, interneti bir cins amazon hayvanı sanıyorlar, tamam. Peki ya Digiturk? Şu ünlü, çok eğitimli, çok bilgili antifraud takımı? Avukatları? Dava dosyasını Blogger'ın erişime engellenmesi yönünde mi hazırlıyorlar? Eğer öyleyse, bu iyi niyet midir?

Allah'tan Digiturk'un tek meselesi Lig TV izlemek olmayan, eğitimli bir müşteri kitlesi de var. Olay bu hale dönünce tepki öylesine sertleşti ki, Digiturk araya giren haftasonunun akabinde geri adım atmak durumunda kaldı. Tabii o geçen iki günde, Digiturk'ün marka değerine ne olduğunu ben açıkçası çok merak ediyorum.

Hakkını tabii ki koruyacaksın sevgili Digiturk. Ancak bir adım atarken, bu adımın sana ne kazandıracağını ve ne kaybettireceğini de iyice hesap edecek, o adımı ona göre atacaksın. Biz buna kısaca işletmecilik diyoruz. Daha ecnebice bir kelime istersen Wikipedia'dan Optimizasyon başlığını da inceleyebilirsin. Bu arada Wikipedia da, Web 2.0 mantığında bir oluşum, yani yarın öbür gün onu da kapattırman için vesileler olabilir, bu arada onlara da bir bak. Vaktini verimli kullan.

Aferim. Böyle kenardan kenardan.

27 Eylül 2008 Cumartesi

Kartımız Fish, işimiz iş

Tatil bitti, okullar açıldı, millet sayfiye yerlerinden evlerine döndü. Buna mukabil yeni yayın dönemi başlayınca, yeni kampanyalar da hız kazandı malumunuz. Bu sayede bize de yazıp çizecek yeni konular çıktı. Şükürler olsun.

İnsan 30 senelik hayatının üçte birini pazarlamayla fazla haşır neşir geçirince, kapitalizme de mıncıklanacak bir sevgililer günü yastığı edasıyla yaklaşabiliyor. Bu durumu, mesleğimin cimrilikten sonra yarattığı ikinci mesleki deformasyon olarak gördüğümden fazla üstünde durmuyorum. Bununla birlikte, yapılan her şeye eyvallah diyecek halimiz de yok. Allah'a şükür gönül gözümüz hala biraz açık, kapanacak gibi olduğunda da muhakkak bir reklam, bir kampanya imdada yetişiyor.

İşte son zamanlarda bu gözü kocaman açmamı sağlayan bir kampanya peyda oldu. Reklamı ilk gördüğümde (daha doğrusu o sırada televizyona bakmadığımdan duydum desem daha doğru olur) ilk on saniyeden sonra bunun bir banka reklamı olduğuna kani olmuştum. Zaten olmamak ne mümkün: Yarı acıklı yarı neşeli -nasıl oluyorsa- bir fon müziği eşliğinde güme giden hayallerimizden bahseden bir reklam. Biliyorsunuz reklamcılığın en temel ilkesi insanların duygusal durumunu bozmak, sonra da bunu kendi ürününüz lehine düzeltmektir. Eh, reklamda yalan olan hayallerden bahsediliyorsa, o zaman bu hayalleri tekrar gerçekleştirmemizi sağlayacak bir şeyin çıkacağı belliydi ki, bunun en kestirme yolu kredidir.

Kredi değil ama kredi kartı çıktı, o da aynı şey. Akbank-Boyner işbirliğinde piyasaya sürülen ve kullanıcısına çeşitli avantajlar sağlayan Fish markalı bir kredi kartımız olursa, hayattaki başarısızlıklarımızı unutup yeni bir dünyaya yelken açabiliyormuşuz. Güzel.

Beni hasta eden gerçekleştirilemeyen hayallerin yerine konan hayaller. Nitekim reklam ilk etapta yalan olan hayalleri şöyle sıralıyor: Hiç kimsenin çözemediği bir problemi çözmek, binlerce kişiye şarkı söylemek, dünyayı değiştirmek. Sonra bunları becemediğimiz için yapacaklarımızı listeliyor ki, bunlar arasında son model bir arabayla eski sevgilinin önünden geçmek ya da bayılana kadar alışveriş yapmak (!) yer alıyor.

İyi de bunların hangisi o problemi çözmenin, dünyayı değiştirmenin verdiği hazzı verir ki? Hangisi zeki olmanın, yetenekli olmanın, cesur olmanın yerine geçer ki? Alt metin şu mudur yani: Kafanız çalışmıyor, insanları etkileyecek hiç bir yeteneğiniz yok, üstelik ezik sünepenin tekisiniz. O zaman siz de bayılana kadar alışveriş yapın. Bir nevi kıroyum ama para bende durumu?

Sağol abi, kalsın.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Bir bardak suda fırtına koparmak

İki buçuk aylık aradan sonra tekrar evimize yuvamıza ailemizin pazarlama bloğuna bomba gibi bir dönüş yapıyorum sevgili okuyucular. Bu süre içerisinde yazamadık, zira işimiz gücümüz vardı, üstelik yaz gelince televizyon kanallarının eski dizileri ısıtıp ısıtıp vermesine benzer bir hissiyat içerisine girdiydim. Buna İzmir'in cayır cayır yanması ve genel fiziki durumumuzun pelte gibi olmasını da ekleyince, Markagiller'in neden bunca süredir güncellenmediği konusunda eminim bana hak verirsiniz. O ne sıcaktı kardeşim? Neyse şimdi Eylül, sabahları böyle hafiften bir rüzgar esiyor sokaklarda, benim de keyfim yerine geliyor yavaş yavaş.

Yeni dönemin ilk konusu gündemi bir süredir meşgul eden arsenikli su meselesi. Bildiğiniz üzere, sevgili Ankara Büyükşehir Belediye Başkanının "Bana laf eden kendi arsenikli suyuna baksın" temalı açıklaması sonrasında bu arsenik hadisesi yılan hikayesine döndü. İzmir Belediye Başkanının da, "Sudaki arsenik fazla ama bakanlığa oranı yükseltmeleri için başvurduk, şimdilik zararlı ama oran yükseltilince zararlı olmayacak" minvalindeki söyleminden sonra işler iyice sarpa sardı. Aziz Kocaoğlu'nun bir basın danışmanı olup olmadığını bilmiyorum, ama muhakkak vardır ve PR'dan anladığı böyle bir açıklamaya onay vermekse kendisine akıl fikir diliyorum. Bu işin bir tarafı.

Şimdi bu arsenik konusuna kısaca değinmek gerekirse bir kere herşeyden önce halk inanılmaz ölçüde yanlış bilgilendirilmiş durumda. Geçen gün televizyonda sokaktaki vatandaşla röportaj yaparlarken birisi şöyle dedi: "Bize eski suyumuzu versinler". Canım kardeşim, bu su eski bildiğin su. Suda değişen bir şey yok. Değişen şey, Avrupa Birliği Uyum Sürecinde eskiden litrede 50 mg üst sınır kabul edilirken, şimdi bu sınır 10 mg'a çekildi. E haliyle, bizim eski su da bu kritere uymadı. Yani sen zaten geçtiğimiz 30 sene bu nispeten yüksek arsenik oranlı suyu içtin. Bu bir. O nedenle şimdi delirmiş gibi damacana suya, ne bileyim İZSU'dan bidon bidon su doldurmaya saldırmanın alemi yok.

Arsenikle ilgili ikinci yanlış bilinen (ya da hiç bilinmeyen) şey, arseniğin sadece suda var olan bir şey olmadığı. Şimdi tabii arsenik kelimesi lügatımızda bugüne kadar fazla göze çarpan bir kelime değildi, en fazla Madam Bovary ablamızın arsenik içerek intihar ettiğini falan biliyoruz. Ancak bu arsenik, işte nitrat gibi, azot gibi, ne bileyim magnezyum gibi doğanın bir parçası. Doğanın bir parçası olduğu için de suda var, toprakta var, toprakta yetişen çeşit çeşit bitkide falan var. Misal taze fasülyede, sudaki orandan kat kat fazla arsenik var. Pirinçte var. Ispanakta var. Naapacan? Fasulye pilavı da damacana ile alamayacağımıza göre? Bitkilerde olduğu için doğal olarak hayvanlarda, yani ette sütte de var bu meret. Biz doğanın bir uzantısı olduğumuz için bizde de var üstelik. Yani hadise su ile sınırlı bir şey değil*.

Bunu yazma nedenim "Ne güzel elementimizdin sen arsenik abla" muhabbeti yapmak değil elbet. Tabii ki arsenik pek hayırlı bir şey değil. Ancak buradan da anlaşılacağı üzere bu en temelinde siyasi bir kavga. Yani ben şimdi çıkıp, "Şşt Melih biladerim, senin de Ankara armudun ve angora yünlerin arsenikli naaber" diyebilirim, teşbihte de hata yapmam. Bir kere halk bunu anlasın istiyorum.

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, yediğimiz içtiğimiz her şey zehirli. Türkiye'de kanser görülme sıklığının 1/8 olduğunu biliyor muydunuz? Sürpriz! Şimdi varsayalım ki, bu arsenik kavgasının nedeni halkın sağlığını korumak. O zaman monosodyum glutomatlı besinlerin (Cips, hazır çorba, puding vesaire) her köşe başında satılmasına neden izin veriyorsunuz? Çiftçinin normalde 5 kilo veren fideden 35 kilo domates toplayabilmek için bitkiye bastığı hormona, pestisite (böcük ilacı), renklendiriciye neden göz yumuyorsunuz? Kafam kadar elma gördüm ben markette yahu. Şirketlerin daha çok kar edebilmek amacıyla envayi çeşit gıda koruyucusunu, teflonu, don beyazlatıcısını ve daha sayamayacağım binlerce karsinojeni gazlamasına neden ses çıkarmıyorsunuz?

Neden?

İnsan canı daha ucuza geliyor değil mi? Çakallar sizi.
*Hangi canlıda ne kadar arsenik var görmek için buraya bakabilirsiniz

21 Haziran 2008 Cumartesi

Hırvatistan maçı

Bilgisayarda oyun oynarken işler kötü gidince hile kodu yazarsınız ya, hah işte söleyin lan hanginiz hile yapıyo dedirten şey, maç da değil lan!
there is nothing left for me, 21.06.2008, ek$i sozluk.

2 Haziran 2008 Pazartesi

İyi orta gol getirir

2008 Avrupa Futbol Şampiyonasına günler kala sağımız solumuz önümüz arkamız futbol olmaya başladı bile. Dünyanın en çok seyirci çeken aktivitelerinden biri, belki de birincisi olan futbol ve yarattığı reklam imkanları, haliyle şirketlerin de ağzını sulandırıyor. Televizyonda, ister yerel ister global olsun, bir çok firmanın futbol, milli takım, kırmızı beyaz, Fatih Terim ve dev anası vb. temalı reklamlara rastlamak mümkün bu aralar.

Tabii Türk firmaları gerek kaynak sıkıntısından, gerekse de fazla cesaret edemediklerinden bu anlamda geleneksel mecraları tercih ediyorlar. Nedir bunlar, işte televizyon, radyo, dergi, gazete, hadi en fazla açıkhava olsun. Öbür taraftan daha büyük, kaynak derdi olmayan, genellikle de yabancı menşeili firmalara baktığımızda futbolu bir reklam aracı olarak kullanma noktasında pek çok değişik yöntemden faydalandıklarını gördük, görüyoruz. Misal PES gibi, Winning Eleven gibi futbol oyunlarında saha içi reklam vermekten tutun, organizasyon sitelerindeki belli bölümlere sponsor olmaya kadar giden geniş bir reklam yelpazesi var burada.

McDonald's, Euro2008'de bu tip bir sponsorluğa girişmiş ve UEFA'nın sitesindeki Fantasy Football'a sponsor olmuş. Oyun bildiğimiz fantazi futbol oyunlarından, 100 Euro paramız var ve bununla 12 adet oyuncu alıyoruz (Biri yedek). Her takımdan en fazla iki oyuncu alınabiliyor, yani takımı benim gibi İtalyan doldurmaya çalışırsanız "Hoop bilader orada dur" diyor sistem. Puanlama, takıma aldığınız oyuncuların gerçek maçlardaki performansına göre yapılıyor, işte nedir gol şu kadar puan, asist bu kadar puan falan. Kaptan olarak seçtiğiniz kişi puanını ikiyle çarpıyor bir de.

Tabii bütçe kısıtlı olduğu için, hem Cristiano Ronaldo'yu, hem Ballack'ı, hem de Torres'i alayım, kaleye Buffon'u koyayım, araya da bir Ribery atayım gibi bir şansınız olmuyor. Gerçi bu sayede daha mütevazi oyuncuları tanıma fırsatı buluyoruz ki, aslında oyun şampiyona heyecanını arttırıcı bir yapıya sahip. Nihayetinde oyuna dahil olanda, sadece Türk Milli Takımının değil, misal bir Hırvatistan'ın maçlarını da takip etmek boynumuzun borcu oluyor. Biz bunu Cem'le geçen dünya kupasında da oynamış ve pek keyif almıştık. Gerçi Cem'e yenilmiştim, ama olsun o kadar.

Siteye üyelik ve takımınızı kurmak için adres http://en.fantasy.euro2008.uefa.com. Son 3 gün, elinizi çabuk tutun derim ben.

27 Mayıs 2008 Salı

The grass is greener

İstanbul'daki işimden istifa etmiş, İzmir'e dönerken ne yapacağım konusunda fazla bir fikrim yoktu. Olsa da düşünmek istemiyordum: Yalnız, yılgın ve yorgundum. Üniversiteden mezun olmamın ardından geçen üç senede biriktirebildiklerim sadece bunlardı.

Ailem neden istifa ettiğimi sordu. Özel nedenlerim vardı. Ayrıca sıkılmıştım. Rutine binen işlerden, plaza sürüsosyallerinden, her gün trafikte yitirilen üç-dört saatten, öğrenemeden geçen günlerden sıkılmıştım. Bir yüksek lisans yapsam iyi olacaktı, hem zaten okumak alkolizm gibiydi, bir kere bulaştın mı yakanı kurtaramıyordun. Ne yazık ki güz dönemi çoktan başlamıştı ve ben istifa etmek için Kasım gibi alakasız bir ayı seçmiştim. Dokuz Eylül öyle dedi en azından. Bir tanıdığımız vakıf üniversitelerinden bahsetti sonra, İzmir Ekonomi ile öyle tanıştım.

Başvuru, görüşmeler derken bir şubat ayında kendimi araştırma görevlisi olarak buldum sonrasında. Yüksek lisansa başladım, "Hangi alanda çalışacaksın?" diye sorduklarında "Pazarlama" demiştim, çünkü çok eğlenceliydi, çok yaratıcıydı, rutine binmiyordu, ve ben pazarlamayı hep sevmiştim. Çok çalıştım, seneler seneleri, dersler dersleri, projeler projeleri kovaladı. Öğrenciler geldi öğrenciler gitti, tezler başladı tezler bitti.

Tolkien'in dediği gibi, oradaydım ve şimdi buradayım.

Bu benimle ilgili bir yazı değil aslında, aslında çokça da benimle ilgili. Eğitmenlik hayatımın beşinci yılı bitiyor, ve ben tüm zamanların en güzel sınıfına bir yazı ithaf etmek istiyorum.

Çünkü onlar benim biriciklerim...

Derslerine ilk girdiğimde gergindim, zaten dönem başında hep gergin olurum. Öğrenciler de gergin olurlar, ilk haftalar sınırların çizildiği, beklentilerin ortaya konulduğu haftalardır, o yüzden çok önemlidirler. Yine bu haftalarda en keyifli ders yapılan sınıfın hangisi olduğunu da tespit edersiniz. En çok hangi sınıfta eğlendiğinizi. Hep böyle olur. Sınıfların birini bellersiniz. En azından hep böyle olmuştu.

Bu sefer edemedim, çünkü hepsi birbirinden iyiydi. Pazartesi, salı ve çarşamba sabahları 8:30'da üç oturum yapıyordum, hepsi canavar gibiydiler. Sabahın köründe sınıfta olmaları bir yana, üç koca saat boyunca algıları açık bir şekilde dinliyorlar, yorumluyorlar ve durmaksınızın sorguluyorlardı. Bir hoca başka ne bekler ki? Şahsen daha ötesini beklemiyordum.

Ama onlarda dahası vardı: Neşeli, meraklı ve iyi niyetliydiler. Bu, üçüncü milenyumda pek az bulunan bir erdemdir. Grupları olsa da bir bütün olarak eğlenebiliyor, birlikte hareket edebiliyorlardı. İkinci döneme yaklaşırken artık neredeyse hepsini tanıyordum, ve sanırım onlar da beni biliyorlardı. Bilmedikleri şey, benim üniversite hayatım boyunca özlemini duyduğum sınıf olduklarıydı.

Ne yazık ki onlara biraz geç kalmıştım.

İsimlerini tek tek sayabilirim ama yapmam, çünkü birinin adı diğerinin önüne geçse içim acır, adil olamadım diye. Neyse ki onlar kendilerini biliyorlar. Onlar benim pazarlama canavarlarım, yavru markagillerim. Onlar beni ders var diye sabahın köründe kalkmaktan mutlu kılanlar, günümü güzelleştirenler, yaptığım işten keyif aldıranlar.

Anladım ki, ben 80 sonrası nesle aşina olmayanlardanmışım. Onlar benim yeni nesle umudumu yeşerttiler, umarım onların umutları da hep genç, bastıkları toprak yeşil olur. Umarım hep sağlıklı ve mutlu olurlar, kendilerini, ailelerini ve bu ülkeyi daha güzel günlere taşırlar.

Ben bugün, onların sayesinde, beş küsur sene önce Sabuncubeli'nden İzmir Körfezine dalıp giderken olduğumdan çok daha gencim. Bunun için, sevgileri için, ve bana öğrettikleri her şey için hepsine çok teşekkür ederim.

25 Mayıs 2008 Pazar

A lonely and beautiful country

Aslında ülkelerin marka değerleri ve benzeri konular üzerine sayfalar dolusu yazabilirim bu blogda, ama herhalde hiç biri Nuri Bilge Ceylan'nın Cannes'da en iyi yönetmen ödülünü almasının ardından yaptığı konuşma kadar güzel ve etkili olamaz. Sean Penn tarafından sahneye davet edilmesinin ardından, kendisinin ağzından şu kelimeler döküldü:

... and I dedicate this prize to my lonely and beautiful country...
Bu yalnız ve güzel ülkenin bir evladı olarak, başarısı, içtenliği, yalnızlığı, güzelliği ve bizi onurlandırdığı için Nuri Bilge Ceylan'ı tebrik ediyor, kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.