The grass is greener
İstanbul'daki işimden istifa etmiş, İzmir'e dönerken ne yapacağım konusunda fazla bir fikrim yoktu. Olsa da düşünmek istemiyordum: Yalnız, yılgın ve yorgundum. Üniversiteden mezun olmamın ardından geçen üç senede biriktirebildiklerim sadece bunlardı.
Ailem neden istifa ettiğimi sordu. Özel nedenlerim vardı. Ayrıca sıkılmıştım. Rutine binen işlerden, plaza sürüsosyallerinden, her gün trafikte yitirilen üç-dört saatten, öğrenemeden geçen günlerden sıkılmıştım. Bir yüksek lisans yapsam iyi olacaktı, hem zaten okumak alkolizm gibiydi, bir kere bulaştın mı yakanı kurtaramıyordun. Ne yazık ki güz dönemi çoktan başlamıştı ve ben istifa etmek için Kasım gibi alakasız bir ayı seçmiştim. Dokuz Eylül öyle dedi en azından. Bir tanıdığımız vakıf üniversitelerinden bahsetti sonra, İzmir Ekonomi ile öyle tanıştım.
Başvuru, görüşmeler derken bir şubat ayında kendimi araştırma görevlisi olarak buldum sonrasında. Yüksek lisansa başladım, "Hangi alanda çalışacaksın?" diye sorduklarında "Pazarlama" demiştim, çünkü çok eğlenceliydi, çok yaratıcıydı, rutine binmiyordu, ve ben pazarlamayı hep sevmiştim. Çok çalıştım, seneler seneleri, dersler dersleri, projeler projeleri kovaladı. Öğrenciler geldi öğrenciler gitti, tezler başladı tezler bitti.
Tolkien'in dediği gibi, oradaydım ve şimdi buradayım.
Bu benimle ilgili bir yazı değil aslında, aslında çokça da benimle ilgili. Eğitmenlik hayatımın beşinci yılı bitiyor, ve ben tüm zamanların en güzel sınıfına bir yazı ithaf etmek istiyorum.
Çünkü onlar benim biriciklerim...
Derslerine ilk girdiğimde gergindim, zaten dönem başında hep gergin olurum. Öğrenciler de gergin olurlar, ilk haftalar sınırların çizildiği, beklentilerin ortaya konulduğu haftalardır, o yüzden çok önemlidirler. Yine bu haftalarda en keyifli ders yapılan sınıfın hangisi olduğunu da tespit edersiniz. En çok hangi sınıfta eğlendiğinizi. Hep böyle olur. Sınıfların birini bellersiniz. En azından hep böyle olmuştu.
Bu sefer edemedim, çünkü hepsi birbirinden iyiydi. Pazartesi, salı ve çarşamba sabahları 8:30'da üç oturum yapıyordum, hepsi canavar gibiydiler. Sabahın köründe sınıfta olmaları bir yana, üç koca saat boyunca algıları açık bir şekilde dinliyorlar, yorumluyorlar ve durmaksınızın sorguluyorlardı. Bir hoca başka ne bekler ki? Şahsen daha ötesini beklemiyordum.
Ama onlarda dahası vardı: Neşeli, meraklı ve iyi niyetliydiler. Bu, üçüncü milenyumda pek az bulunan bir erdemdir. Grupları olsa da bir bütün olarak eğlenebiliyor, birlikte hareket edebiliyorlardı. İkinci döneme yaklaşırken artık neredeyse hepsini tanıyordum, ve sanırım onlar da beni biliyorlardı. Bilmedikleri şey, benim üniversite hayatım boyunca özlemini duyduğum sınıf olduklarıydı.
Ne yazık ki onlara biraz geç kalmıştım.
İsimlerini tek tek sayabilirim ama yapmam, çünkü birinin adı diğerinin önüne geçse içim acır, adil olamadım diye. Neyse ki onlar kendilerini biliyorlar. Onlar benim pazarlama canavarlarım, yavru markagillerim. Onlar beni ders var diye sabahın köründe kalkmaktan mutlu kılanlar, günümü güzelleştirenler, yaptığım işten keyif aldıranlar.
Anladım ki, ben 80 sonrası nesle aşina olmayanlardanmışım. Onlar benim yeni nesle umudumu yeşerttiler, umarım onların umutları da hep genç, bastıkları toprak yeşil olur. Umarım hep sağlıklı ve mutlu olurlar, kendilerini, ailelerini ve bu ülkeyi daha güzel günlere taşırlar.
Ben bugün, onların sayesinde, beş küsur sene önce Sabuncubeli'nden İzmir Körfezine dalıp giderken olduğumdan çok daha gencim. Bunun için, sevgileri için, ve bana öğrettikleri her şey için hepsine çok teşekkür ederim.